Abdullah DAMAR
Genç Öğretmenin Tükenmişliği
Son ayların sosyal medya gündeminin önemli konularından birisi öğretmen atamaları.
Bu yıl açıklanan fakat tatminkâr olmayan 20 bin atama takvimi açıklandıktan sonra sosyal medyada bu gündem daha yoğun bir şekilde ek 40 bin atama talebiyle hız kesmeden devam ediyor.
Sosyal medya ortamı, kamusal alanın dijitalleşmiş şeklidir ve özellikle pandemi dönemi kapanmaları sırasında insanların iletişim, etkileşim ve kendini ifade etmesi anlamında önemli bir yere sahiptir. Bu anlamda biz de elimizden geldiğince, başta meslektaşlarımız olmak üzere toplumda dile getirilen hak mücadelelerine destek vermeye çalışıyoruz.
Geçen günlerde, eğitim fakültesi mezunu, KPSS’ye girmiş, ataması yapılacak branşa verilen kadro sayısının üç katı içinde yer alarak mülakata girmeye hak kazanmış bir genç meslektaşımızla bir tartışmaya girdik, tartışma açık platformda sürerken, özele geçtik ve aynı kişide temayüz eden iki farklı karakterle karşılaştık!
Şöyle ki; Genç öğretmen; ‘Atama için mücadele edilmesinin şart olduğu ve bu süreçte sendikaların da müdahil olması gerektiği, ülkenin demokratikleşmesinin bu mücadeleyle birlikte yürütülmesinin önemli olduğu’ yönündeki mesajımıza verdiği cevapta; ‘Demokrasiye inanmadığını, bu dönemde AKP’nin iktidar olduğunu, atama sayısını ve kontenjanları tek başına belirlediğini, mülakatlardan geçmek zorunda olduğunu, sendikalarla ilişki kurulacaksa, AKP’nin işaret ettiği sendikalarla kurulması gerektiği, diğer sendikaların ‘terörist’ olarak yaftalandığı, sosyal medyada herhangi olumsuz bir mesaj verirse fişleneceğini ve bu nedenle ‘Üç kuruşluk maaşı olan öğretmenlik’ten olacağını; aslında kendisinin gerçekte böyle düşünmediğini, ‘Köprüyü geçene kadar, ayıya dayı demek’ gerektiğini, pragmatist nedenlerle böyle düşündüğünü ifade etti. Demokrasiye inanmadığını pragmatist olduğu için değil, gerçekten böyle düşündüğünü, devletin olmaması anlamında ‘anarşist’ görüşlere sahip olduğunu ekledi. Tabi bu görüşlerin bazılarını özelden yazdı. Biz de, ‘Verili koşulların böyle olmadığını, insani değerleri kaybetmeden de mücadele edilebileceğini, ülkenin bugünkü durumunun ebedi olmadığını ve mücadele edilerek, bu sürecin aşılacağını, demokratik bir ülkeye kavuşacağımızı’ ifade ettik.
Genç meslektaşımızın bu görüşlerine neresinden bakarsanız bakın sorunlu bir yaklaşım!
Öncelikle ülkenin bugünkü durumunun, genç meslektaşımızı umutsuzluğu sürüklediğini; atanmak için insani değerleri bir taraf bırakıp, gerçekte böyle düşünmese bile iktidarın dümen suyuna göre hareket ettiğini; gelecek endişesi taşıdığını; öğretmenliği, yani atanmak için onca çaba sarf ettiği mesleği ‘Üç kuruşluk memuriyet’ olarak tanımladığını; demokrasi inancını kaybettiğini; çıkarları söz konusu olduğunda herkesi ‘Terörist’ olarak yaftalayanlara itiraz etmeyeceğini dehşetle öğrenmiş; üstelik, ’Ülkeyi, bu duruma biz getirmedik!’ söylemiyle de, toplumsal hiçbir sorumluluğu kabul etmediğini, kendi ağzında duymuş olduk!
Sinan Canan, ‘Değişen Be(y)nim’ adlı eserinde beynin gelişiminin en önemli evrelerinden birisinin gençlik dönemi olduğunu belirterek, bu dönemde beynin, ömür boyu kullanacağı kalıcı bağlantıları oluşturduğu karmaşık bir dönem olduğunu; duygusal, zihinsel, bireysel ve toplumsal sınırların test edildiği, ahlaki ve bilişsel dünyanın inşa edildiği önemli bir süreç olduğunu belirtir. Yine bu dönemde hayatı sorgulama, risk alma, yeniliğe açıklık, değişim, gibi formasyonlarla birlikte sosyal hayat kalıpları belirlenir.
Tabi ki, beynin gelişimi sadece gençlik döneminde değil, hamilelik döneminin 2.haftasından itibaren başlayan ve 20’li yaşların sonuna kadar devam eden bir süreci içerir ancak toplumsal yaşam rollerinin tanındığı, toplumsal yaşamda sorumluluk almanın benimsendiği, toplumun geleceği ile ilgili görüşlerin oluşturulduğu, ahlaki değerlerin özümsendiği dönem olarak gençlik dönemi özel bir yer işgal eder.
Bu dönemde kendi kimliğiyle, kimliği ve toplumla, toplumsal ilişkilerle sorun yaşayan; ahlaki değerleri kişisel çıkarlarının gerisine iten; kendinden başkasını düşünmeyen, bireysel hedefleri için başka kişi ve kurumları olumsuz etiketlemekten çekinmeyen; demokrasi düşüncesini içselleştirememiş; toplumun geleceği ile ilgili olarak hiçbir sorumluluk taşımayan ve en acısı da, mesleki statü anlamında en çok manevi tatmin sağlayan mesleklerden biri olan öğretmenlik mesleğini ‘Üç kuruşluk memuriyet’ mertebesine indiren genç meslektaşım adına üzülüyorum.
Velev ki; bu düşünceler, ‘Köprüyü geçene kadar, ayıya dayı demek’ mantığıyla söylenmiş olsun! Bu durumda da çok vahim bir gerçekle karşı karşıyayız. Çünkü köprüden geçtikten sonra, aynı ayının değişik versiyonlarına dayı denilmeyeceğinin garantisi yoktur. Beyin, o dönemde oluşturduğu duygusal, bilişsel ve toplumsal yapısını herhangi bir travma yaşamadan değiştiremez, var olan durumu kanıksar, içselleştirir. Üstelik köprüyü geçtikten sonra genç meslektaşımızın düşündüğü gibi sorunlar bitmiyor, aksine daha da artıyor.
Gerçekten bu şekilde düşünen veya ‘Köprüden geçene kadar…’ bu şekilde düşünen genç meslektaşlarımızın sayısının fazla olduğunu düşünmüyorum.
Öğretmenlik; mevzuatta yer alan akademik ve pedagojik özelliklerinin yanında; görev ve iş tanımlarında bulunmayan, ‘bireylerin gönüllü olarak yaptığı, kendilerinin karar verdiği, yapılmadığında bir zorunluluğu gerektirmeyen ve genel olarak bakıldığında örgüte fayda sağlayan davranışlar anlamına gelen örgütsel vatandaşlık kavramının gerektirdiği özellikleri de taşıyan’; diğerkâmlık, nezaket, vicdanlılık, sivil erdem ve centilmenlik gibi erdemlilikleri de kapsayan önemli bir meslektir.
Öğretmenlik mesleğinin sadece ekonomik ve özlük haklarına indirgenmesi, mesleğe yapılabilecek en büyük kötülüktür!
Genç meslektaşlarımızın bu şekilde olumsuz ve karamsar düşünmek yerine, demokratik bir ülke olma yolunda yürütülen uzun soluklu mücadeleye güç vereceklerine inanıyorum.
Bu ülke ve bu ülke insanları geçmişte her türlü zorluğu aşmasını bildiği gibi bugünkü koşulları da aşacak, daha özgür, daha demokratik, daha insani bir Türkiye’yi yaratacaktır.