Süleyman PEKİN
TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ ÜZERİNDEN DEVLET FELSEFEMİZE BAKIŞ
Son iki haftadır Türkiye’de kimlik dezenformasyonu, ideolojik çürümüşlük ve toplumsal yeniden yapılanma üzerine 2020’leri, 2030’ları kurtarma adına çıkış yolu arayan yazılar yazmaktayız. Kısmen Gorbaçov dönemi Sovyetler Birliği’ndeki “glasnost / açıklık” ve “perestroyka / yeniden yapılandırma” hareketlerine benzese de aslında bizim meramımız zihinsel paradigmanın tecdidi ve algıda reform.
Olayların okunması ve kavramların kurcalanmasında tarihsel akışın dinamiklerini hesaba katmak lazım. Örneğin 3 Mayıs Türkçüler Günü olarak bilinen ve bu yıl daha çok Milliyetçiler Günü formunda kutlanan hadise tamamen konjonktürel bir olaydır. Cumhuriyetin kuruluşuna temel olan ve de Atatürk İlkelerinin ikincisi olan fikrin mensupları neden 1944 yılı baharında birdenbire gadre uğradılar?
Cevap: 1920’nin sonbaharında Ankara’da M.Kemal Paşa’nın direktifiyle Türkiye Komünist Fırkası neden kurulduysa o yüzden. Yani o devir, Batılı Emperyalistlere karşı Sovyet Rusya’nın maddî ve diplomatik desteğini almak için böyle sunumlara ihtiyaç duyulmuştu. Hatta projenin başarısı için diğer TKP ve Mustafa Suphi bertaraf edilmişti.
İkinci Dünya Savaşı’na panzer gibi giren Almanya, Sovyet Rusya’ya saldırdıktan 2 yıl sonra savunmaya geçmiş ve 1943 itibariyle kaybetme sürecine girmişti. Aynı yılın sonunda Türkiye’nin savaşa girmesi istenmiş olsa da 1,5 yıl daha durumu öteleyebildik. 1944 yılı Almanlar için sonun yakınlaşması, Sovyetler Birliği içinse zaferin erken ilânı gibi oldu. İngiltere’nin Türkiye’ye diplomatik homurdanmasına mukabil Sovyet Rusya toprak ve Boğazlar’dan hak formunda homurdanırken Türkçülerin tutuklanması tansiyonu düşürmekten başka bir amaç taşımayan bir hamleydi.
Savaş öncesi ve savaşın ilk yıllarında Almanya ve İtalya ile olan devasa dış ticaret hacmimiz ve bunun Türk Hükümetlerine tabiî ve siyasî olarak yansımaları 3 Mayıs Olayları ile birlikte tersine çevrilmiş ve Türkiye yeni sürece uyum adına bir adım atmış oldu. Amma velâkin bundan sonraki ikinci adım; yani Amerikanvari bir D.P. ile II.Dünya Savaşı’nın diğer galibi ABD’ye yanaşma ve SSCB’nin şerrinden emin olma taktiği daha muteber tutuldu. Neden sonra bu kez sıra komünist cadı avına ve Komünizmle Mücadele Dernekleri kurumuna kadar geldi.
Evvel emirde Osmanlı’nın son deminde üretilen Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi kavramlar da aslında batan gemiyi kurtarmakla alâkalı can yelekleriydi; ilk ikisi tutmadı, son ikisiyle maça devam edildi. Malcolm X’e atfedilen “Parmağıma değil işaret ettiğime bakın” sözünden yola çıkarsak var olan olgulardan üretilen kavramlar devletin bekası adına tasarlanmış kurtuluş reçetelerinden ibarettiler.
Kurtuluş Savaşımız ve sonrasındaki millî misak, millî irade, millî meclis, millî egemenlik ve ulus devlet terminolojisine bakarsak büyük badireyi hangi kavramın bereketiyle atlattığımız net olarak anlaşılır. Bu şu demektir: Osmanlıcılık tutsaydı İslâmcılığa, İslâmcılık tutsaydı Türkçülük ve Batıcılığa gerek kalmayacaktı. Hiçbiri tutmasaydı, o zaman da bize ve bu konuşmalarımıza gerek kalmayacaktı.
Bayrak bağımsızlığın kendisi değildir, sadece simgesidir. Tam bağımsızlık askerî, siyasî, iktisadî ve hukukî bağımsızlıktan geçer; ya vardır ya yoktur ya da yarımdır, çeyrektir. “İdrakimize giydirilmiş deli gömlekleri” olan –cılık, –culuk’ları attığımızda bizi biz yapan olguların değeri eksilmez, yalnızca kavramsal siyasetin dışına çıkmış oluruz. Hadi buyrun!