Tarihte yargı demek, kişiler ile kişilerin arasındaki sorunların genel kurallar çerçevesinde hakkaniyetli çözüm yollarına başvurulması demekti. Ancak kişi ile devletin arasında bir sorun meydana geliyorsa ne oluyordu? Düşünün ki, kral toprağınıza el koyuyorsa?
18. Yüzyılda Prusya (Alman) Kralı olan II. (Büyük) Friedrich, Potsdam Ormanları’nda gezinirken bir değirmenin bulunduğu tepenin yanındaki alçak bir tepe üstünde durur ve değirmeni satın alarak yerine şanına yakışır muhteşem bir saray yaptırmak ister. Ancak değirmenin sahibi bir türlü satmaya yanaşmaz. Kral’ın huzuruna çıkartılan değirmenci orda da inadından vazgeçmez. Kralın, sen benim kim olduğumu biliyor musun narası da işe yaramaz. Değirmenci de, ben de mülk sahibiyim der. Kral, sen kime güveniyorsun da benimle böyle konuşuyorsun deyince, değirmenci tarihe geçen o ünlü sözü söyler: “Berlin’de hâkimler var!”
Kral bu cevap üzerine ıslah ettiği mahkemelerin adaletine kendi aleyhine bile güvenildiğini görünce, bu yel değirmeninin Prusya Krallığı devam ettikçe korunmasını ister ve onun daha altında olan tepeye sarayını diker ve adını da değirmencinin adı olan Sans-Souci Sarayı koyar. Bu gün o değirmen sarayın bahçesinde hala adalet temsilcisi olarak durmaktadır.
Günümüzde demokratik bir hukuk devleti için yargı kararlarına uymama gibi bir sorunun varlığı dahi kabul edilemez bir durumdur, değil ki çözüm yolları aransın... İnsanlık, Magna Carta, Fransız İhtilali gibi gelişmeler ile artık Krallıkları, yani yöneticileri hukuk kuralları içerisine hapsederek toplumu özgürlükçü ve eşitlikçi düşünce tarzıyla büyük bir atılım gerçekleştirmiştir.
Ancak ne yazık ki; eskide olduğu gibi, bu günde hala idarenin güçlü, karşısındaki bireylerinse güçsüz konumda olması olayları daha farklı açılardan ele almayı zorunlu kılmıştır. Bu sebeple de İdari Yargı (Kamu Hukuku) doğmuştur. Bu sebeple normal hukuktan ayrılarak kendine has kurallar ve sistem getiren İdare Hukukunda, normal hukukta karşılaşmadığımız yargı kararlarının uygulanmaması sorunuyla karşılaşmaktayız. Aslında yargı kararlarının uygulanmaması demokrasi ve gelişmişlik düzeyini göstermesi açısından da oldukça önemli bir veridir.
Mahkeme kararlarının yerine getirilmesi, bir hukuk devletinde o kadar önemlidir ki, mahkeme kararının yerine getirilmemesi kanuna aykırı davranıştan daha ağır bir kusur kabul edilmektedir (Prof. Sarıca, İdarî kaza, İstanbul 1949, s. 283 ve Dr. Necdet Özdemir Hizmet Kusuru Teorisi ve İdarenin sorumluluğu, Ankara 1963, s. 80).
Öyle ki; Anayasamızın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devleti olduğu belirtilmiş ve 138. maddesinin son fıkrasında ise “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarını uygulamak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” şeklinde açık, kesin ve emredici şekilde hükme bağlamıştır. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun (İYUK) 28. maddesinin 1. fıkrasında “Danıştay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare ve Vergi Mahkemeleri’nin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye ve eylemde bulunmaya mecburdur” şeklindeki kuralıyla Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan “hukuk devleti” ilkesine uygun bir düzenleme getirmektedir. Söz konusu ilke karşısında, idarenin maddi ve hukuki koşullara göre uygulanabilir nitelikte olan bir yargı kararını “aynen” ve “gecikmesiz” uygulamaktan başka bir seçeneği bulunmamaktadır.
Bu kadar açık hükme karşı şaşılası şekilde yargı kararlarının uygulanmamasıyla karşılaşmamızın nedeni İYUK 28. Maddesinin 3 ve 4. fıkralarının yanlış yorumlanmasına dayanmaktadır. Anılan kanun maddesinin 3. fıkrasında “Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemeleri kararlarına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde idare aleyhine Danıştay ve ilgili idari mahkemede maddi ve manevi tazminat davası açılabilir.” hükmü ile 4. fıkrasında ise “Mahkeme kararlarının süresi içinde kamu görevlilerince yerine getirilmemesi hâlinde tazminat davası ancak ilgili idare aleyhine açılabilir.” hükümleri yanlış yorumlarla çarpıtılmıştır. Sanki bu maddelerden, idarenin yargı kararını devlet hazinesinden tazminat ödeyerek uygulamama yada geç uygulama hakkı varmış gibi bir anlam çıkartmak hukuk devleti ile bağdaşmaz. Burada kastedilen hukukta maddi ve hukuki imkansızlık halleri olarak tanımlanan hallerde mücbir sebeple yargı kararının uygulanamaması halinde dahi idare sorumluluktan kurtulamayarak maddi ve manevi tazminata mahkum edilecektir.
Öyle ki; Danıştay Dava Daireleri Kurulu’nun günümüzde de geçerli olan yorumuna göre: “Madde asıl olarak Danıştay ilamlarının hukuki niteliğini belirtmeye yönelik olup bu ilamların icaplarına göre işlem ve eylem yapma zorunluluğunu idareye yükledikten sonra, genel hükümler çerçevesinde uygulanması olanaksız bulunan iptal kararlarına göre işlem ya da eylem yapılmaması halinde tam yargı davası açılabileceğini açıklamak üzere kanuna konulmuştur. Yerleşik Danıştay içtihatlarında da açıkça belirtildiği üzere maddenin son fıkrası hükmü, idareye ilam icaplarına göre işlem yapmama olanağını tanımamakta, aksine maddi veya hukuki herhangi bir imkânsızlıkla ilam hükümlerine uygun işlem veya eylem yapılamaması halinde dahi ilgilinin hukukunun korunmasını sağlamak için konulmuştur.” (Esas No: 1975/383, Danıştay Dergisi, Sayı:32-33, s.315). Dava Daireleri Kurulu’na göre bu kural, en olumsuz durumu bile güvence altına almaya yöneliktir.
Peki nedir bu maddi ve hukuki imkansızlık halleri? Maddi imkansızlık hallerinde fiili bir imkansızlık söz konusudur; örneğin uygulanan yıkım kararının iptali sonrasında, idarenin geçmişe yönelik işlem yapması maddi olarak imkânsızdır. Hukuki imkânsızlık durumunda ise yargı kararı doğrultusunda işlem yapmanın hukuken mümkün olamamasıdır. Örneğin yaş haddini doldurmuş bir görevli, yargı kararına rağmen başka bir hukuk kuralına takıldığından göreve atanamaz. İşte ister maddi imkansızlık sebebiyle olsun isterse hukuki imkânsızlık sebebiyle olsun yargı kararlarının uygulanamaması halinde idarenin tazmin sorumluluğu devam etmektedir.
Yargı kararlarının geç uygulanması durumunda da kamu personeli koruma altına alınış ve davaların idare aleyhine açılacağı hükme bağlanmıştır. Burada da idare istediği zaman uygulayacak değil, mücbir sebeplerle gecikmesi halinde idareye dava açılacaktır. Ancak mücbir sebep haricinde herhangi bir sebeple geciktiren kamu görevlisi adına direk tazminat ve adli ceza davası açılabilecektir.
İdari Yargılamalarının üç sonucu vardır, iptal ve yürütmeyi durdurma (YD) kararları ile tam yargı kararlarıdır. Tam yargı kararları, idare aleyhine açılan tazminat davası şeklinde olduğundan uygulamada sorun çıkmamakta yani uygulanmaktadır. Ancak özellikle iptal ve YD kararlarında yargı kararlarının uygulanmamasıyla karşılaşılmaktadır.
İdarenin yargı kararlarını yerine getirmemesi, kararları hiç uygulamama şeklinde olabileceği gibi daha çok karşımıza gereği gibi uygulamama şeklinde çıkmaktadır. Gereği gibi uygulama ise geç veya eksik uygulama yada doktrinde daha çok muvazaalı uygulama olarak anılan biçimsel uygulamadır. İdare yargı kararını uygular gibi görünürken asıl amacı yargı kararı ile ulaşılmak istenen hukuksal koruma ve menfaati bertaraf edecek, ihlale uğratacak nitelikte bir işlem icra etmesi veya yargı kararını tam olarak uyguladıktan sonra kısa süre içinde, tesis ettiği işlemi ortadan kaldıracak ikinci bir işlem icra etmesi olarak karşımıza çıkmakta, bir başka deyişle idare yargı kararını uygulama halini bir formaliteden öteye geçirmemektedir. Özellikle personelin atama kararının iptal edildiği yargı kararına uyarak eski görevine iade eden idare, kısa süre sonra aynı personeli bu sefer farklı bir yere atayarak yargı kararını uyguluyor görünürken aslında uygulamamaktadır. İdare hukunda buna fiili yol denmektedir.
Tabi ki bunun sonuçları olacaktır. Bir sonraki yazımızda bu sonuçları inceleyeceğiz. Belki bizim Ankara’da da hakimler vardır?