“Aslında Müslüm Gürses, tutunamayanların Babasıydı. Özellikle köy ve varoşlardaki alt sosyo-ekonomik sınıfın insanları, yani sistemin gözden çıkardığı insanlar çok dinlerdi. Bu kitle, kapitalizme ayak uyduramamıştı. Çünkü maddî değerlerin hâkim olduğu bir dünyada manevî değerleri ön planda tutmaya çalışıyorlardı. İşte bu nedenle hep yenilmeye ve ezilmeye mahkûmdular. Yaşadıkları çıkmazı ise acı çekerek, acıyı bir erdem olarak görerek yatıştırmaya çalışıyorlardı.
Çünkü NATO’ya giren Atatürk’ün Cumhuriyet’i, 1960 ve 70’lerde yolundan çıkmış, Türk toplumu sosyo-ekonomik olarak çürümüştü. Ortada Devlet Baba yoktu, Atatürk’ün Baba figürü ise silikleşmeye başlamıştı. Hatta Tanrı Baba bile onları unutmuştu, kuluna kul etmişti. Bu insanlar yaşamını sürdürebilmek için bir dayanak arıyordu.
Psikolojik olarak travmalarla büyümüş ve kendilik değeri geliştirememiş olan Türk halkının yaşadığı sistemde özneleşmesi ve ikon ihtiyacı duyması ise beklenen bir durumdu. Baba ve otorite figürlerinin silikleştiği 1960-70’li yıllarda, sisteme ayak uyduramayan insanlar, kendi aralarından çıkan Müslüm Gürses’i Baba olarak görmüşler ve ikon ihtiyaçlarını karşılamışlardı.
Arabeskte hâkim olan tema, acıydı. Sema Özer’e göre arabesk dinleyenler, müzik ile toplumun geri kalanına çektikleri acıyı göstermek istiyor ve bu nedenle yüksek sesle dinliyorlardı. Şiddete eğilimli Müslümcüler ise konserlerde kendilerini jiletleyerek esrik bir hale geliyor ve bir arada olarak, acıyı önemsemediklerini göstermek istiyorlardı.
Peki, bu acının ve jiletlemenin nedeni neydi? İşte bu soru Müslüm Gürses’e sorulduğunda yanıtı kısa ve netti: ‘Bu insanlar yaslarını tutuyorlar.’ Ağıtlar kaybedilen birey için yakılırken arabesk kaybedilen toplum için yakılıyordu. Sanatsal ve estetik kaygıları ise yoktu. Arabeskin sözleri de tıpkı ağıtlar gibi dinleyenlerin içini yakıyordu.
Müslüm Gürses’in konserlerini inceleyin. Konserden çok bir kabile âyinine, hatta dinsel törene benzediğini görürsünüz. Müslüm Gürses’i ise ses ve müzik ile insanların duygularını ortaya çıkaran ve ayini yöneten bir Şaman’a benzetmek yanlış olmaz.
Çünkü insanlığın karşısında topluluğu yok eden, bireyselliği mitleştiren bir kapital sistemi vardı. Bu sistem öyle kuvvetli silahları kullanıyordu ki bu insanların karşı çıkma şansları da yoktu. İşte bu nedenle sıradan insan, yok olmamak için binlerce yıllık kolektif bilinçaltı kalıplarına dönüyor ve arketiplerinin peşine düşüyordu.
Müslüm Baba’nın konserlerinde bu insanların kendisini jiletlemesi bile bir ritüeldi. Çünkü Türklerde ölüm törenlerinde acı çekme, yüz keserek kan çıkarma, kendine zarar verme davranışları vardı. Psikolojik olarak ise kan, rahatlatıcı bir özelliğe sahipti. Bu törenler de kötü olandan kurtulmayı ve arınmayı sembolize ediyordu. Zaten transa geçen insan acıyı da hissetmiyordu. Kan görünce kişi yeniden yaşadığını hissediyor ve rahatlıyordu. Aslında bu da bir çeşit ölüp-dirilme ritüeliydi.
Sonuç olarak; Müslüm Gürses’in şarkıları müzikten çok ağıttı. Konserleri ise ölmeden mezara giren ve yasını yaşayan bu insanların âyini idi. Kendilerini jiletleyerek akıttıkları kan ise bir ritüeldi. Onlara yaşadıklarını hissettiriyor ve arındırıyordu. Çünkü kollektivite ile oluşturulmuş tüm değerleri yok eden ve insanları bireyselleştirerek yabancılaştıran bir kapitalizm vardı. Kapital sisteminde lider de, devlet de, hatta Tanrı bile silikti.”
Psikiyatrist Ahmet Koyuncu’nun elinden çıkmış dehşetengiz bir yazı - analiz.. Beni derinden etkiledi. Tıpkı yokluğun yakıcılığına tutulanlar, sınırlarımıza çarpan zulümzede insanlar gibi. Hatta tâ Doğu Türkistan’dan bir kanlı fotoğraf gibi..
Müslümcülük derken; misket oynamıyoruz. Dünyanın bu bozuk düzenine ve vahşi kapitalizme doğal bir antiseptik geliştirmeye çalışıyoruz. Hem de ideolojilerin tükendiği bir demde..
Yoksa 25 kuruşluk poşeti yada Palu Ailesi’nin sapkınlıklarını gündem diye daha çok tüketiriz. Tükenmedeyiz gözüm, tükenmedeyiz. İsyanla güzelleşeceğiz.