Sol-sosyalist partiler ve bazı eğitim sendikaları yöneticilerinin de aralarında bulunduğu bir grup entelijensiya; öteden beri tartışmalı olan ancak son dönemde giderek berraklaşan laiklik-sekülerlik gibi kavramları yerli yerine oturtmadan, kavram kargaşası yaratarak ve laiklikten ne anladıklarını açıklamadan Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisinin ‘laiklik’ olduğundan hareketle, laiklik mücadelesini adeta sınıf mücadelesinin de önüne çıkartan bir siyasal mücadele hattı örmeyi öneriyor. Hatta daha da ileri giderek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 23 Nisan’da Cumhuriyet’in 100. yılı için kaleme aldığı çağrı metnindeki mücadele programında laikliğin yer almamasını eleştirebiliyor.[i]
Laiklik ve sekülerlik konusunda kavram kargaşasına son vermek çok kolay bir şey değil. Çünkü laiklik konusu öteden beri üzerinde tartışma yaşanan, darbelere konu olan, tek partili CHP döneminin yanlış uygulamaları nedeniyle toplum tarafından da benimsenmeyen bir uygulamadır. Sekülerlik ise yeni yeni literatüre giren, akademide üzerinde son dönemlerde araştırma yapılan kavramlardan biridir.
Aslında laiklik ile sekülerlik arasındaki kavram kargaşasının ortadan kaldırılması, belki de bu ülke insanlarına, sol-sosyalist partilere ve eğitim sendikalarına yapılacak en büyük iyilik olacaktır. Ancak sol-sosyalist partilerin ve sendikaların değişim, dönüşüm ve tartışmalara açıklık konusunda yeterince demokratik olduğunu söylemek mümkün değil.
Biz, dilimiz döndüğünce her iki kavramı da literatürden yararlanarak tanımlamak ve kamuoyunda tartışma konusu olan kimi uygulamaların hangi kavramın kapsama alanına girdiğini belirlemek ve kamuoyunda tartışılan bazı uygulamalar konusunda kendi fikrimizi ifade etmek istiyoruz.
Laiklik; din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin din kurallarına dayanmayıp, pozitif hukuka dayanması; devletin ve dinin birbirinden bağımsızlaşması; devletin din ve inançlar karşısında tarafsız olması; dinsel görüş ve kurumların, siyasal otoritenin dayanağı olmaktan çıkarılması, devlet otoritesinin ve siyasal otoritenin meşruluğunun tanrısal değil, dünyevi bir kaynağa yani halka dayanması; bilginin referansının tanrısal olmaktan çıkarılıp, tamamen beşeri-rasyonel bir temele oturtulmasını ifade eder.[ii]
Sekülerleşme ise belli bir zaman dilimi içerisinde, modernleşmenin etkisi ile dinin, dinimsi mekanizmaların ve batıl inançların toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve topluma etki etme güçlerinin göreceli olarak azalması anlamına gelmektedir.[iii]
Tanımladığımız anlamıyla laiklik, cumhuriyet dönemi boyunca tehdit ve tehlike altında olmamıştır, AKP dönemi ve sonrasında da olmayacaktır. Türkiye’de, 1908 burjuva devriminde sonra, devlet ve yasalar geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde akla ve hukuka dayanmaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri kendi üstyapısal yansımasını ulus devlet şeklinde oluşturmuş ve değişen hükümetler de olsa derinleştirerek devam ettirmektedir. Siyasal otoritenin kaynağı, o dönemden bu yana tanrısal değil, dünyevidir. Eğitim sistemimiz ve müfredatımız da, zaman zaman anlamsız tartışmalar olmakla birlikte, bilginin kaynağının tanrısal değil, beşeri ve rasyonel bir temelde belirlendiğini göstermektedir. Bu tanımdaki laikliğe aykırı tek uygulama devlet ve dinin birbirinden bağımsızlaşması anlamına gelen Diyanet İşleri Başkanlığının bir devlet kurumu olmaya devam etmesidir. Bu kurum özerkleştiğinde, bütün din ve inançlara karşı aynı mesafede durduğunda laiklik açısından herhangi bir sorun kalmayacaktır.
Laiklik bir süreçtir, hem de Osmanlı’dan, 1800’lü yıllardan bu yana sürmekte olan bir süreçtir. Osmanlı’da o yıllardan itibaren, hâkim yapı olan feodalizmin yavaş yavaş tasfiye olması ve kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olmaya başlamasıyla, bu ilişkilerin üstyapıya yansıması olan, yasaların dinsel kurallar yerine akla ve hukuka dayanması anlamına gelen laikleşme süreci, tarihsel süreç boyunca hep üretim ilişkilerinin gelişimine paralel bir süreç izlemiştir. Her dönem hâkim olan tarihsel blok, kendine uygun siyasal üstyapıdaki hegemonya projesini kurduğu gibi sekülerleşme konusunda da döneme uygun bir anlayış oluşturmuştur. Sözgelimi; 1908 devrimine kadar, hâkim olamayan ticaret burjuvazisi, feodal üretim ilişkilerinin temsilcileriyle çatışarak ülkede bir hâkimiyet savaşı vermiş, devrimden ve özellikle 1913 Bab-ı Ali baskınından sonra baskın güç olmuş ve nihayet Cumhuriyet’le birlikte tam hâkimiyet tesis etmiştir. İttihat ve Terakki hareketinde vücut bulan ticaret burjuvazisi, sonraki yıllarda sanayi burjuvazisine dönüşme sürecinde baskıcı karakterini güçlendirmiş, diğer sınıf ve katmanları yok etmek için faşist yöntemleri de kullanmaktan geri durmamıştır. İmparatorluk bakiyesinden, Türk ulusuna dayanan otoriter devlet yaratma anlayışı her alanda olduğu gibi sekülerleşme alanında da bırakın özgürlükçü bir anlayışı, dini, devlet denetimine alan, dini kamusal alandan uzaklaştırmaya çalışan ve bir bütün olarak Kemalizm’in baskıcı karakterini taşıyan bir sekülerleşme anlayışı ortaya çıkmıştır. 50’li yıllarda DP iktidarıyla nefes alan tarımsal burjuvazi ve ticaret burjuvazisine dayanan iktidar bloğu, kimi uygulamalarda topluma nefes alacak olanakları sağlamıştır. (Bu uygulamalara yazının sonunda değinilecektir.) 60’lı yıllarla birlikte sanayi burjuvazisinin hâkimiyet kurması, sekülerleşme anlayışında yaşanan yumuşamaya son vermiş yeni hegemonyanın önemli unsurlarından biri de bu baskıcı anlayışa devam etmek olmuştur. 1980 darbesi, Türk-İslam sentezi politikasının önünü açmışsa da, sanıldığının aksine sekülerleşme anlayışında herhangi bir değişikliğe yol açmamıştır. Sanayi burjuvazisinin hâkimiyetinin ideolojik aygıtları olan yargı kurumları ve üniversiteler aracılığıyla, özgürlükçü bir anlayışın gelişimi engellenmiş ve baskıcı anlayışın yeniden üretilmesine devam edilmiştir. 1990’lı yıllarda, merkez sağ hegemonyanın dağılmasıyla birlikte, yeni hegemonya kurulamamış, koalisyonlu yıllardan sonra AKP ile birlikte muhafazakâr sermaye blokunun iktidar süreci başlamıştır. AKP, ilk yıllarında muhafazakâr-neoliberal anlayışı sonucu her alanda olduğu gibi, sekülerlik alanında da daha ılımlı bir anlayışı kurmaya çalışmış, bu yolda, sanayi burjuvazisinin TÜSİAD’da billurlaşan anlayışını ve onun müttefiki olan TSK’nin hegemonyasını kırmak için bir dizi reform yapmıştır. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla paralel yürüyen ve baskıcı anlayışı gerileten ve nispeten dinsel özgürlüklerin önünü açan bu çabalar, başörtüsü yasağının kalkması, kılık-kıyafet serbestisi, imam-hatip okulları ve Kur’an kurslarında ilköğretim zorunluluğunun kalkması, katsayı probleminin çözülmesi gibi, konularda olumlu değişimler yaratmış, ancak, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması ile ilgili herhangi bir adım atılmamıştır. Esasen bu reformu muhafazakâr sermaye öncülüğündeki tarihsel bloktan ve AKP’den beklemek de yersizdir. Çünkü her tarihsel blok, kendi siyasal anlayışını ve değerlerini hegemon yapı olarak belirlemeye çalışmaktadır.
Bu noktada; laikleşme sürecini, Diyanet İşleri Başkanlığının hukuki varlığını ayrı tutacak olursak, hukuksal anlamda anayasal ve yasal gelişmelerin dine değil, akla dayanması; bilginin kaynağının akıl ve bilim olması; siyasal otoritenin tanrısal bir güce değil, halka dayanması olarak tariflersek, bu sürecin iki yüz yıldan bu yana inişli-çıkışlı bir şekilde devam ettiğini ve AKP gibi muhafazakâr bir partiyle bile esaslı bir değişim göstermeyeceğini ifade edebiliriz. Böylesi bir laiklik tanımının, insanların başörtüsü, çocuğuna dini eğitim aldırıp, aldırmaması, namaz kılan veya oruç tutanların sayısı, imam-hatip öğrencilerinin çoğalıp, azalması, imam-hatip lisesi mezunlarına üniversite sınavlarında katsayı uygulaması veya Kur’an kurslarına giden öğrenci sayısıyla herhangi bir ilgisi yoktur. Bu tanımlama devletle, hukukla, yasalarla ve kurumlarla ilgilidir.
Sekülerleşme sürecini ise belli bir zaman dilimi içerisinde, modernleşmenin etkisi ile dinin, dinimsi mekanizmaların ve batıl inançların toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve topluma etki etme güçlerinin göreceli olarak azalması anlamında tanımlayacak olursak; bu sürecin devleti değil, insanları ilgilendirdiğini kolayca görebiliriz. Yine ülkemizde iki yüz yıldan bu yana sürmekte olan modernleşme, kapitalistleşme, kentleşme ve bilimsel-teknolojik gelişmeler inişli-çıkışlı da olsa devam etmektedir. Bu gelişmeler de sekülerleşmenin önünü açmaktadır. Bu anlamda sekülerleşme süreci toplumu ve insanları ilgilendirmektedir.
Kuşkusuz her iki tanımlamada da, yani laikleşme ve sekülerleşme kavramlarının birer süreç olduğundan ve her iki sürecin de iki yüz yıldan bu yana devam ettiğinden söz ettik. Ancak bu süreçlerin her dönemde doğrusal bir hat izlediğini iddia etmiyoruz, çünkü bu iddia toplum bilimlerine de aykırıdır. Toplumlar, pozitif bilimlerde olduğu gibi doğrusal bir ilerleme hattı izlemez. Modernleşme ve kapitalistleşme süreçlerinin ortaya çıkmasından bu yana zikrazlı ve inişli-çıkışlı bir süreç etkili olmuştur ve olacaktır.
Yine yapılan bu tanımlamalardan ve açıklamalardan tarihsel sürecin mekanik bir şekilde devam ettiği anlaşılmasın, tabi ki bu süreçlerin gerisinde sınıf mücadelesinin olduğunu ve bu mücadelenin belirleyici olduğunun altını çiziyoruz. (Bu konu başka bir tartışma konusu olduğu için bu noktada girmeyi düşünmüyoruz.)
Ancak her koşulda bu topraklarda iki yüz yıldan bu yana anayasal, yasal, hukuksal ve siyasal anlamda laikleşme süreci ile modernleşme, kapitalistleşme ve kentleşme anlamında sekülerleşme sürecinin artarak devam ettiğini ifade edebiliriz.
Bu noktada, her iki süreç devam ederken solcular ve sosyalistlerin bu süreçlere nasıl müdahil olmaları gerektiği konusu hep tartışılagelmiştir.
Bizce; laikleşme süreci öncelikli olarak burjuvazinin önünde bir görev olarak durmakta ve burjuvazi bu savaşımı neredeyse iki yüz yıla yakındır sürdürmektedir. Mesafe de alınmıştır. Ülkede, feodalizmden, feodalizmin hâkim fikri olan dinsel yönetimden söz etmek mümkün değildir. Kapitalizm, bütün kurum ve kurallarıyla yerleşmiştir. Anayasa ve yasalar akla ve bilime dayanmaktadır, bilginin kaynağı din değil, bilimdir; siyasal erkin kaynağı tanrısal değil, dünyevidir, halktır. Bu noktada, solcu ve sosyalistlerin, laikleşme anlamında herhangi bir görevi yoktur; olsa olsa görevleri, laikleşme sürecini, demokratik bir halk yönetimini hayata geçirecek şekilde geliştirecek adımları atmak olmalıdır.
Sekülerleşme anlamında ise daha hassas bir görevle karşı karşıyadır solcu ve sosyalistler. Çünkü sekülerleşme toplumu ve kişi hak ve özgürlüklerini ilgilendirmektedir. Kişilerin din ve vicdan özgürlükleri ile ilgili olarak kişisel örtünme, çocuklarının eğitimi, toplumsal anlamda dinsel eğitim taleplerinin karşılanması gibi konuların kişisel ve toplumsal taleplere göre karşılanması laik devletin görevi olmalı ve bu konuda hiçbir toplumsal sınıfın kısıtlayıcı bir politikayı önermemesi gereklidir. Örnekleyecek olursak; kamuda başörtüsü serbestisi, seçmeli din derslerinin talepler doğrultusunda hayata geçirilmesi, imam-hatip ortaokul ve liselerinin toplumsal talebe göre açılması, Kur’an kurslarının yine taleplere göre açılması, kamu görevlilerinin ibadet etmeleri için işyerlerinde mescit açılması gibi konularda alabildiğine özgürlükçü olunmalı, din ve vicdan özgürlüğünün gerektirdiği şekilde politika belirlenmelidir.
Kısacası sol ve sosyalist partiler; laikleşme sürecini tanımladığımız anlamıyla daha da halktan yana bir noktaya evriltmek için mücadele etmeli; sekülerleşme anlamında da toplumun hassasiyet gösterdiği noktalarda alabildiğince din ve vicdan özgürlüğünün belirlediği sınırlarda politika üretmeli, özgürlükler noktasında toplumun vicdanı olmaya devam etmelidir.