Kime sorarsak soralım, yaşamanın nihai hedefinde aldığımız cevap, “mutlu olmak” şeklinde ifade edilir.
Ancak, mutlu olmak o kadar kolay da olmamakta, uğraşlara rağmen, bu hedefe ulaşmada sorunlar yaşanabilmektedir.
Mutlu olmak yönünde önümüze çıkan engeller, sorunlar ne olursa olsun, mutlu olmak bizzat kendi elimizde aslında… Başarmak mı istiyorsun, kendine engel olma” sözü bu işin odağında olup, çözümün başlangıcı da istemekle başlıyor. Mutluluğu istemek de sadece sözle olmaz…
Unutmamak gerekir ki mutluluk için en temel esas “İnançtır”…
“İnanç” kelimesinin anlamı; TDK Sözlüğünde,
“Bir düşünceye gönülden bağlı bulunma”, “İnanılan şey, görüş, öğreti” şeklinde,
“ Vikipedi” Web sayfasında ise; İnanç, gerçekte kesin olan bir şeyin kanıtlanması için ampirik kanıtlar olsun veya olmasın bir kişinin zihninde oluşan duruma verilen isimdir. Diye açıklanmaktadır.
Bu açıklamalara bakıldığında; akıl sahibi olup da inanç sahibi olmayanın olamayacağı da söylenebilir.
Her insan, her insan topluluğu, az veya çok, bir inanca sahiptir. Adına, doğa da deseler, uzaylılardan başlayan söylemlerle devam da etseler, başka söylemler de bulsalar, ateistlerin bile kendi mantıklarında bir tutarlılık, bu tutarlılığın izahı noktasında bir inançları vardır.
Çünkü insan, yalnızca et ve kemikten ibaret değildir. Ona bir mana kazandıran, kendini, çevresini anlamaya, yorumlamaya, bir takım kanaatlere ulaşmaya yönelten değerlere istikamet kazandıran bir mana yönü, bir yüreği, farklı ifade edilse de bir gönlü, belki hepsinin izahı yönüyle bir ruhu var.
“İnsanın sosyal bir varlık olduğu,” o kadar basit bir ifade değildir. İnsanın yalnız yaşamasının mümkün olmadığı gibi, diğer insanlarla ilişki içinde olması da tesadüf değildir. Dağ başında, ıssız bir adada tek başına kaldığı zamanlarda bile yalnız olmuyor, olamıyor insan.
Dışarıdan bakıldığında;
“O, şimdi yalnız!” denildiğinde dahi, kendi düşünceleriyle ve hayalleriyle baş başayken de güvenecek, dayanacak, istişare edecek, şüphelerinden arınmak için tartışacak birilerine, bir kaynağa, bir şeylere ihtiyaç duyar.
Ancak bu ihtiyaca dönük yapılan her arayış; her zaman iyiye, güzele ve doğruya iletmeyebiliyor insanı… Bazen hatalar, bazen engeller, engellemeler çıkar karşısına
İşte bu açmazın aşılması için, bir temele ihtiyaç duyulur. Bu ihtiyaç, tartışmadan güvenebileceği bir kaynak, bir temel kabul edeceği sağlam bir nirengi noktasıdır ki, buna duyulan ihtiyaç inanma ihtiyacıdır, “İNANÇ’tır.”
Varlığımızın dengeli devamı için ihtiyaç duyduğumuz o temel, bizzat tarafımızdan inşa edilemeyip, biz doğmadan önce verilen emekle doğan, gelişen ve bizim ihtiyacımız halinde bizi her tür darlıktan kurtaran şeydir “İNANÇ”.
Yaşadığımız ailede, ortamda, toplumda o temel iyi atılmışsa, devamını getirmek zor olmamaktadır bizim için… "İyi bir başlangıç, iyi bir sonucun müjdecisidir".
“Hayat," yalnızca yemek, içmek, gibi biyolojik ihtiyaçların karşılanmasından, heva ve heveslerin, nefsin ve hormaonların esaretinde yaşamaktan ibaret değildir. Salt öyle olsaydı, hayvanlarla aramızda hiçbir fark kalmazdı.
Oysa biz insan olarak, bizi biz kılan değerlerimizle, bu değerlerimize mana derinliği katan duygularımızla yaşıyoruz. Bu süreçte “inanmak” da, bizim yaratılışımızın temel denge unsurudur.
İnançlarımızın sağlamlığı kadar doğruya, iyiye, güzele ulaşabiliriz. İnanmak, sadece nefsin, arzu ve heveslerin tatmini yönünde kural tanımaz mahiyette karşılanması yönüne odaklı yaşamak değildir.
Yaşanan toplulukta huzurun devamı, insanların birbirine güvenlerinin dayanağı, yanındakine veya ilişkili olduğu uzakta da olsa bir başkasına zarar gelmeyeceğinin güvenini vermesi, karşısındakinin de buna olan inancının düzeyine bağlıdır.
Bu inancı yaşatamayan, bu inanca sahip olamayanların insan olma erdemine sahip olma sürecinde başarıya ulaşmaları zordur.
“Yapılan yolsuzluklar, kanunlara uydurabilir, çevredekiler kandırabilir, ya da, her türlü nahoş işi, toplumun uygun görmediği, suçladığı, aşağılık bulduğu işler büyük bir gizlilik içinde halledebilir” kişide inanç yoksa, insan olmanın erdemine sahip değil ise…
Ama insan olmanın erdemine dönük, kendi değerleri, bu değerlere yönelik yüreğinde bir inanç varsa ve inanılan mana derinliğinde külli iradeyi, imani noktada “Yüce Allah'ı (c.c.)” her an yanında hissediyorsa, toplumda herkesin güvendiği, inandığı, sembol biri olur insan…
Çevresinde; kendisine inanılan, güvenilen olmak, onunlayken huzurun kaynağı, dengenin merkezi olma duygusu, insanın; insan olma erdeminde aldığı mesafeyi ortaya koyar ki, bu hal, insanı inancın zirvesine çıkarır…
Ondan; “İNANÇDAN” uzak kalındığında bir anda kendini boşlukta bulur, korunmasız kalmanın psikolojik yıkımında, deprasyondan, şizofrenin eşiğine kayar bir anda insan…
Bu hal; psikolojik yıkıma uğrama hali, insanı derin bir mutsuzluğa yuvarlar bir anda.
Çevresinde güvenilmez olmak, inanılmayan bir olmak, her sözü şüpheyle karşılanan, acaba sorularıyla karşılanan bir olmak, kendine bir güven telkin etmeyen bir olma hali derin bir yalnızlığa yuvarlar ki, kendine, bedenlerine tapan insan olmak, nefisinin ve hormonlarının ihtiyacını karşılamaya, dahi imkân sağlayamaz.
Bu psikolojik yıkımdan kurtuluşun tek çaresidir İNANÇ. Sadece etten ve kemikten ibaret olmadığının farkındalığıdır kurtuluş. Kişinin kendisiyle yüzleşmesidir “İNANÇ”. Kendisiyle yüzleşen ve kendi konumunu, mikro kozmozdan makro kozmoza, doğru noktaya oturttuğunda kendini daha rahat ve doğru sorgular, kendimiz olma imkanını bulur…
Ancak o zaman “kendimiz oluruz.” İnançlarımız olmadan kendimiz olamayacağımız gibi, acılara katlanamayıp, güzelliklerin kaynağının şuurunda yaşama inceliğini ve güzelliğini yakalayamayız.
İnsan olduğumuzun, sadece etten ve kemikten ibaret olmadığımızın farkına varmamızdır. Beden, akıl ve nefisten daha yukarıda, bir ruhumuz olduğu bilincine varabilirsek, kendimizle yüz yüze gelip, kendimizi sorgulamamız daha kolay olacaktır. Çünkü ancak o zaman "kendimiz oluruz, insan oluruz, mutlu oluruz.