Eğitim Niçin Var? (5)

Eğitim Niçin Var? Sorusuna başlık yaparak yazmaya başlamış, yazımdaki başlığın sebebini açıklamaya çalışmıştım…

“Eğitim Çok Ama Çok Önemlidir” Diyoruz Ya…

Eğitim Niçin Var? Sorusuna başlık yaparak yazmaya başlamış, yazımdaki başlığın sebebini açıklamaya çalışmıştım…

İletişim kurduğum sosyal çevrem ile sohbet etmeyi seven biriyim. Çocuklarımızın eğitimi ekseninde derin sohbetlerimiz olur. Bu derin sohbetleri bazen, zihnimi netleştirmek için, bazen de belli bir amaca yönelik yapıyorum. Bu amaca yönelik bir sohbet sürecinde, sohbet ettiğim dostlara; (“Eğitim Niçin Var?”, “Biz Eğitimden Ne Bekliyoruz?”) sorularını yönelterek, toplumda yaşanan yansıma ve toplumsal değerlerimizde yaşanan arka planı fark etmek, toplumdaki yansımalara dönük, sahada yaşanan olumsuzlukların temel sebebine dikkat çekmek, büyük fotoğrafa dönük düşüncelerimizi paylaşmak istemiştim…

Eğitimci olmanın sorumluluğunda, nefsimizi sorgulayarak, slogandan uzak, mevcut durumun tespitinden hareketle, ailede başlayan, dışa doğru açılan perspektifte sosyal çevrede yaşanan hataların sebep ve sonuçlarına dikkat çekmeye çalışmıştım. Eğitimin ilk başladığı doğal ortamı olan ailede verdiğimiz, bir başka açıdan da veremediğimiz yönleriyle, istiklal vew istikbalimizin teminatı olan çocuklarımıza olan yansımalarını, yaratılanların en şereflisi olarak yaratılan insanı anlama, algılama boyutlarında yaşadığımız erozyona dikkat çekerken, eğitimdeki yozlaşmanın, yarına dönük risklerine dikkat çekmeye, okullarımızı Fonksiyonları Açısından Değerlendirmeye çalışmıştım.

Yazımızın bu bölümünde de eğitimin odağında olan insanı tanımadan, neyi, niçin eğitebiliriz sorumuza cevap olması yönünde insanı ele almak istedim. Sohbet ettiğim süreçte yönelttiğim sorulardan biri de “İnsan Nedir?” Sorusuydu… Sahi bu soru size yöneltişeydi neler söylerdiniz? Neler söylemek isterdiniz?

O kadar farklı, değişik bakış açıları içeren uzun sohbetlerimiz olmuştu ki… Şimdi bu sohbetlerimizi hatırlarken; “Gönül dağı” dizisinde bir replik hatırlıyorum… Bu diziyi izleyenlerin hatırlayacağını, hatırlarken de tebessümlerini görür gibiyim…

“İnsan İnsan Derler Dayı, İnsan Nedir Bildin mi Sen?” Sahi insan nedir? Ne kadarını biliyoruz dersiniz…

İnsan Nedir?

Psikolog, sosyolog, antropolog, biyolog, fizyolog gibi çeşitli bilim dallarına ilişkin uzmanlar bireyi konu olarak alırlar ve insanı çeşitli yönlerden niteler ve anlatırlar.

Bilim adamlarının insan hakkında elde ettikleri bilgiler, insan davranışlarını anlamayı, yorumlamayı, açıklamayı ve bireyin hangi şartlarda nasıl davranacağını kestirmeyi amaçlar. Bireyi tanıma çerçevesinde, insan davranışlarını inceleyen en önemli bilim dallarından biri Psikolojidir.

İnsan davranışlarının biyolojik, fizyolojik, sosyal ve kültürel temelleri vardır. Bireye canlı organizma, insan ve kültürlenmiş bir kişi olarak bakıldığında:

. Biyolojik ve fizyolojik nitelikleri olan bir canlı,

. Canlı varlıklar içinde kendi sınıfına özgü belirgin özellikleri olan bir kişi,

. Farklı kültürlerde yetişmiş belirli değerlere sahip bir birey olarak üç aşama içinde incelenebilir ve değerlendirilebilir.

1. Birey biyolojik ve fizyolojik nitelikleri yönünden incelendiğinde tüm canlılar için ortak bazı temel özelliklerinin olduğu görülmektedir:

. Bütün organizmalar protoplazmadan yapılmıştır. Protoplazma canlının fizikî temelidir.

. Bütün organizmalar dış ve iç uyarıcılar tarafından uyartılabilir ve uyarıldığı zaman tepki gösterirler.

. Canlıların hepsinin temel fizyolojik görevleri vardır: Besinleri alırlar, sindirirler, gerekli maddeleri vücutta dolaştırırlar ve işe yaramayan maddeleri dışarı atarlar.

Her canlı kendi cinsini üretir. Kendi devamlılıklarını sağlar, büyüme ve gelişme gücüne sahiptirler. Organizmalar iç şartları yönünden dengeli olma eğilimdedirler. Örneğin, acıkan bir organizmanın dengesi bozulmuştur. Besin alınca denge sağlanır. Organizmalar biyolojik bir sisteme sahiptirler.

2. Bir insan olarak birey sembolik bir dile, muhakeme gücüne ve birikmiş bir kültüre sahiptir.

3. Birey farklı bir kültürün ürünüdür: İnsan doğduğu zaman dil, konuşma, duygular, düşünceler, yaşam biçimi ile kendisini belirli bir kültürün içinde bulur.

Bireyler toplum kültürünü, eğitim, din, aile gibi toplum kurumları içinde, kendi yaşantıları ile öğrenirler. Bu sebeple farklı kültürler içinde yaşayan bireylerin nitelikleri birbirinden farklı olur. Bireyler arasındaki farklar, hem nicelik ve hem de nitelik farklarıdır. Bireyler arasındaki farkların sebepleri hakkında bazı temel görüşler bulunmaktadır:

. Tüm insanların eşit yaratıldıkları görüşünde olanlara göre, her insanın hemen hemen sınırsız ölçüde geliştirilecek potansiyelleri bulunmaktadır.

. İnsanların doğuştan farklı kalıtımsal potansiyel ve özelliklerle yaratıldıkları, temelde biyolojik olan kalıtımsal özelliklerin çevre şartları ile değiştirme imkânının çok sınırlı olduğu belirtilmektedir (Özgüven,2002:1).

Buna göre:

İlk ve Orta çağ filozoflarını derinden düşündüren, beyinlerini alt üst eden, bazısının fizikî karışımlarla, bazısının gerçekten uzak manevî unsurlarla açıklamaya çalıştıkları insan, 21. yüzyılın başında da birçok bilim dalının araştırma konusu olmaya devam etmektedir. Ancak gerçeğe ulaşma konusunda deney yönteminden başka ölçüt tanımayan bilim adamlarının sınırlı da olsa meçhulü bulunmaktadır. “İnsan Denen Meçhul” kitabının yazarı Alexis Carrel, bu konuda şöyle diyor:

İnsanlık kendini tanımak için büyük bir gayret göstermiştir. Bilginlerin, filozofların, şairlerin ve mistiklerin gözlemlerinden meydana gelen bir hazine sahibi olmamıza rağmen, insan hakkındaki bilgimiz, bazı görünüş ve parçalardan ibarettir. Besbelli ki, konusu insan olan bütün bilimlerin çabası, yetersizdir ve kendi hakkımızdaki bilgimiz de pek eksiktir (Carrel,1973:24-25).

Evet insan, kendisi “meçhuller”e konu olduğu gibi, çevresi de âdeta meçhul duvarlarıyla örülüdür. Ancak insan, kendini tanımadan, kendindeki bilinmeyenleri keşfe çalışmadan, gözünü çevreye, daha geniş anlamda evrene çevirmiştir. Bu konuda, akıllara durgunluk veren mesafeler de almamış değildir: Ay’a gidilmiştir. Uydular sistemi aracılığıyla, bir ülke, diğer bir ülkeden gözlenir hâle gelmiştir. Evimizde otururken televizyonda binlerce kilometre uzaklıktaki bir ülkeyi seyredebilmekteyiz. Dünyamız, telefon, faks, bilgisayar ve internet ağlarıyla örülü dijital bir dünyaya geçiş eşiği durumdadır. Ancak bütün bu keşifler, teknik gelişmeler, insandaki tüm meçhul perdelerini aralamaya ve neticede kaldırmaya yetmemektedir. Çünkü insanın bilgisi, gücü ve yetenekleri sınırlıdır (Ertürk,1981).

Varlık sahnesine çıkışı, kendi irade ve gücüyle değildir. Ana-babasını, ırkını, cinsiyetini, rengini de kendisi seçmemektedir. Evet, böyle bir hüviyetle var olmakta, dünyaya gelmektedir. Hatta varlığa gelişinde, var oluşunu kabule veya redde dahi gücü yetmemektedir.

İşte bu şartlar altında hayata gözlerini açan insanın kendi iç dünyasının meçhulleri... Deney yöntemiyle çözemediği bilinmeyenleri... Bu bilinmeyenler, hayata gelişte olduğu gibi, hayat müddetince de varlığını sürdürmektedir. Şu anda, hücrelerimiz, kalbimiz, sinir sistemimiz çalışmaktadır. Bunların çalışması, bizim irade ve komutumuzla olmamaktadır. Ağzımızdan çıkan ses, fizik biliminin konusudur. Bu fiziksel olayın beyinde düşünceye nasıl dönüştüğü de bizim meçhulümüzdür. Daha doğrusu, bugün deneye dayanan bilimlerin tam cevaplandıramadığı bir bilinmeyendir.

İçte ve dışta bilinmeyenlerle kuşatılan insan, eğitime konu olmakta ve eğitilmek istenmektedir. Bu durumda onun tanınması, keşfedilmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle özne (süje) insandır. O tanınmadan ya da özelliklerinin sınırı belirlenmeden yapılacak eğitim çalışmalarının başarısızlığa uğraması çok doğaldır.

Siyasî Sistemlerin İnsana Bakışı

Şu anda dünyanın gündeminde olan konuların başında “insan” gelmektedir. İnsanı sadece maddeden ibaret sayan rejimlerin birer birer yıkılmakta olduğu görülmektedir. Bu rejimlerde insan için ruhun, maneviyatın ve dinin değeri yok kabul ediliyordu. Her şey maddeden ibaret sayılıyordu. İnsan, serbestçe düşünmeyecek, konuşmayacak, inanmayacak ve ibadet etmeyecekti. Onun mal-mülk edinme hürriyeti olmayacak, istediği şekilde seyahat edemeyecek, dilediği yerde çalışamayacaktı. Okul, bu teorilerle yüklü ideolojinin emrinde insanı komutla konuşturacak, komutla susturacaktı. Âdeta insan, robot olacaktı.

Ancak bir zamanlar böyle bir ideolojinin savunuculuğunu yapan Rusya, Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya vb. devletler, bugün bir değişim sürecine girmişlerdir. Açıklığı ve serbest teşebbüsü esas alan bu demokratikleşme hareketi, insana değer vermenin ve insanın özelliklerine saygı göstermenin haklılığını ortaya koymaktadır. Siyasî ve ekonomik gibi görülen bu değişim, aslında insanın onuru, hak ve özgürlükleriyle ilgilidir. Hangi rejim ve ideoloji olursa olsun, insanın temel hak ve hürriyetlerinden (T.C. 1982 Anayasası, md.12 vd.) olan düşünce, din, ibadet, seyahat, mal-mülk edinme, çalışma, eğitim-öğretim ve ticaret yapma özgürlüklerini yasaklıyorsa, onun topluma barış ve mutluluk getirmesi mümkün görülmemektedir. Doğu bloğu, yüzyıla yakın bir zamandır, bunun ıstırabını yaşadı. İnsanın temel haklarını elinden alan bir ideoloji ve saplantı uğruna, binlerce, milyonlarca insan katledildi. Nice ocaklar söndü. Birçok memlekete devrim ihraç edilerek anarşi ve terör çıkarıldı. Milyonlarca kişi, anarşi ve terörün kurbanı oldu. Hep özlenen, umut bağlanan bir hayal için, bir ideoloji için...

Diğer taraftan insan haklarından ve demokrasiden söz ederek masum ve çaresiz insanların öldürülmelerine sebep olan ya da “kuvvetli haklıdır” felsefesine dayanarak, çeşitli çıkarlar uğruna bizzat terör uygulayan güç odakları, çifte standardın en çirkin örneklerini vermişler ve vermektedirler. Fransa’da ve özellikle Amerika’daki pragmatist yaklaşım, insan ilişkilerinin maddîleşmesine, aile bağlarının zayıflamasına ve eğitimdeki değerler sisteminin değişmesine sebep olmuş ve sosyal çözülmenin bir ifadesi olan anarşizmin düşünce zeminini hazırlamıştır. Fikirlerin ve felsefî görüşlerin topluma, insan haklarını ihlâl ederek ve çoğu zaman zor kullanarak kabul ettirilmesinden de baskıcı ideolojiler doğmuştur.

Sonuç

Eğitim, bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla plânlı ve programlı olarak istenilen değişmeyi meydana getirme sürecidir.

Eğitimin temel ilkelerinin başında kalıtımsal olarak bireyde var olan güçlerin öğrenme yoluyla geliştirilmesi gelmektedir. Yetenekler bir kimsenin eğitimden ne derece yararlanabileceği hakkında tahmin yapmaya imkân sağlar. Eğitim dalını ve mesleğini seçmesinde yardımcı olabilmek için, her şeyden önce bireyin genel ve özel yeteneklerini, zayıf ve güçlü yönlerini bilmek gerekir.

Bireyin genel ve özel yetenekleri, başarı ve ilgileri, beden yapısı, mizacı, duygusal nitelikleri, temel ihtiyaçları, alışkanlıkları, tavır ve değer yargıları dinamik bir bütün olarak bireyin kişiliğini oluşturur. Bütün bu nitelikleri ile bireyin uyarıcı bir sistem olarak, kendisi ve çevresi ile olan etkileşimin niteliği, onun tipik davranışlarını ve uyumunu belirler.

İnsanın bilgisi, gücü ve yetenekleri sınırlıdır. Varlık sahnesine çıkışı, kendi irade ve gücüyle değildir. Ana-babasını, ırkını, cinsiyetini, rengini de kendisi seçmemektedir. Böyle bir hüviyetle var olmakta, dünyaya gelmektedir. Hatta varlığa gelişinde, var oluşunu kabule veya redde dahi gücü bulunmamaktadır.

İşte bu şartlar altında hayata gözlerini açan insanın kendi iç dünyasının meçhulleri! Deney yöntemiyle çözemediği bilinmeyenleri! Bu bilinmeyenler, hayata gelişte olduğu gibi, yaşam müddetince de varlığını sürdürmektedir.

İçte ve dışta bilinmeyenlerle kuşatılan insan, eğitime konu olmakta ve eğitilmek istenmektedir. Bu durumda onun tanınması, keşfedilmesi gerekmektedir. O tanınmadan ya da özelliklerinin sınırı belirlenmeden yapılacak eğitim çalışmalarının başarısızlığa uğraması çok doğaldır.

Okullarımız, bireyi bilgilendirme ve ona meslekî formasyon kazandırmanın yanında, bireyin kişiliğini geliştiren, iradesini eğiten, tarihi ve kültürüyle irtibatını sağlayan kurumlar olarak çalışması gerekmektedir.

Sosyal değerler, toplum bireylerini birbirine yaklaştıran, bir arada tutan ve devamını sağlayan güçlerdir. Sosyal değerler, toplumun duygu ve düşüncelerini yansıtır. İnsanı insan yapan vasıfları koruyan sosyal değerler, temelde ahlâkî inanç ve ilkelere dayanır. İyilik, doğruluk, şefkat, himaye gibi manevî değerlere saygı, ulvî değerlere bağlılık toplumun temel bağlarıdır.

Bütün toplumlarda, hırsızlık, rüşvet, yalan, iftira, mala-cana tecavüz gibi, ahlâk ve hukuka aykırı eylemler yasaklanmıştır. Her toplum, kendi manevî yapısını koruyacak kurumlar tesis etmiş ve bazı mekanizmalar geliştirmiştir.

Ancak bu değerlere sırt çeviren devlet ve topluluklar, bugün bir değişim sürecine girmişlerdir. Açıklığı ve serbest teşebbüsü esas alan bu demokratikleşme hareketi, insana değer vermenin ve insanın özelliklerine saygı göstermenin haklılığını ortaya koymaktadır. Siyasî ve ekonomik gibi görülen bu değişim, aslında insanın onuru, hak ve özgürlükleriyle ilgilidir. Hangi rejim ve ideoloji olursa olsun, insanın temel hak ve hürriyetlerinden olan düşünce, din, ibadet, seyahat, mal-mülk edinme, çalışma, eğitim-öğretim ve ticaret yapma özgürlüklerini yasaklıyorsa, onun topluma barış ve mutluluk getirmesi mümkün görülmemektedir.

Okullarımızdan beklenen öncelikli amaçlar göz önüne alındığında;

Teste yönelen, ezber bilgiye odaklı eğitim vermenin uluslararası ölçme sonuçlarına da yansıyan olumsuz sonuçlarını PİSA, TİMS vb. sınavlarda gördüğümüz yönü ve bizi biz kılan değerlerde yaşanan ve topluma yansıyan olumsuzluklarıyla birlikte değerlendirdiğimizde;

Gerek sistem gerekse eğitim sürecinin temel değişkeni olan öğretmenin niteliklerinin iyileştirilmesi gerektiğini düşündürmektedir.

Eğitimciler, daha güzel, daha insancıl bir toplum oluşturmayı amaçlayarak, insan ve insanların gelişimini üstlenmişlerdir. Ancak bu süreçte temel problem, günlük yaşamımızda sıkça söylediğimiz bir söz “Büyük Fotoğrafı Görememe” şeklinde bir sonuç doğurmaktadır.

Bu açıdan yarının inşa sürecinde mesuliyetimiz odur ki; Öğretmenlerimizin hizmet öncesi aldıkları eğitimi de sorgulayarak, problemlerle yüzleşmemiz, problemlerdeki sorumluluklarımızı, bu süreçteki hatalarımızı kabulle başlamalıyız.

Eğitimdeki bu büyük problemlerimizi çözüm yönünde ciddi saha araştırmaları yaparak, çözüm sürecinde bizi biz kılan değerlerimiz ekseninde yeni bir başlangıç yapmak gerektiğini düşünüyoruz.

Kaynaklar

1. Ertürk, S. (1981). Diktacı Tutum ve Demokrasi. Ankara: Yelkentepe Yayınları.

2. Carrel, A. (1973). İnsan Denen Meçhul. (Çev. Refik Özdek) İstanbul: Yağmur Yayınevi.

3. Özgüven, İ.E. (2002). Bireyi Tanıma Teknikleri. Ankara: PDREM Yayınları.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Yorum yazarak topluluk şartlarımızı kabul etmiş bulunuyor ve tüm sorumluluğu üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan kamubiz.com İnternet Sitesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazar Yazıları Haberleri