Bizans’ta iktisadî ve sosyal hayatın örgütlenme biçimini gelenekler, kurumlar ve yapılarla ilgili bazı gözlemlerle paylaşan Yahya S. Temel, Bizans İmparatorluğu’nun bir emir - kumanda ekonomisinin özelliklerini gösterdiğini ve tekeller, ayrıcalıklar, korumalar, müdahaleler cenneti olduğunu dile getirmektedir. O’na göre; Bizans tarihinin çoğu döneminde devletin sömürüsü mahallî derebeylerin sömürüsünden daha ağır olma eğilimini taşımış ve Bizans ile onu izleyen Danişmendli, Selçuklu, Osmanlı devletlerinin hiçbirinin hiçbir zaman köylü cenneti olmamıştır.
“Kendi zamansallığı içinde Avrupa’da görülmemiş bir dev kent olan İstanbul’un iaşesini ucuz tutma politikası yerli tüccarları memurlaştıran bir uygulamayla sürdürüldü” diyen Tezel, Bizans’ta kapitalist bir ön-birikim olgusu olmadığı için 10.yy’ın sonundan 13.yy başlarına değin İtalyanlara (Venedikliler, Cenevizliler, Pizalılar) ticari ayrıcalıkların verile geldiğini, Bizans’ın bu ayrıcalıkları kaldırma denemesininse IV.Haçlı Seferi’ne ve İstanbul’un Lâtinlerce işgal edilmesine sebep olduğunu beyan etmekte; “Osmanlılar daha Bizans döneminde kaybedilmiş bir iktisadî savaşın nöbetini devraldılar” diye de eklemektedir.
Yerleşik tarıma dayalı üretim ile göçebe-otlatıcılığa dayalı üretim arasındaki yüzyıllar boyu süren çatışma sürecinin Türkiye tarihi için dinî, askerî yada siyasî mücadelelerden daha önemli olduğunu öne süren Yazar; göçebe-otlatıcılar adına sahiplenilen şeyin toprak değil sürü olduğunu ve bu toplulukların hareketli askerî eylemlerde olgunlaşmış dünyanın en iyi süvarilerinden oluştuğunun altını çizmektedir. Dahası Selçuklu, Danişmentli, İlhanlı ve Osmanlı gibi göçebe-otlatıcı aşiret aristokrasilerinin yerleşik siyasî yapılara dönüşmesi sonrası yerleşik üretimi korumak için göçebe-otlatıcılığıyla çatıştıklarını vurgulamaktadır.
Müellif; Anadolu’nun Türkleşmesinin sistemli bir politika sonucu değil Anadolu’daki nüfus hareketlerinin doğal bir sonucu olduğunu, Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın Malazgirt Savaşı öncesinde ve sonrasında Bizanslılarla anlaşma yolları arayarak Anadolu’yu fethetmek gibi bir düşünceye kapılmamasını, büyük uygarlık alanlarının talancısı değil hâkimi olma fırsatını yakalayan Selçuklu devlet yöneticilerinin içinden çıktıkları göçebe-otlatıcı aşiret savaşçılarının şehirler ve köyler üzerindeki tahribatını engellemeye çalıştıklarını söylerken bilinen tarih algısına karşı da sağlam gerekçeler geliştirmektedir.
İran yoluyla Küçük Asya’ya gelen Türklerin Müslümanlıkla ilgili uygarlık değerlerini tamamıyla İranlılardan öğrendiklerini tespitleyen Tezel, Haçlı Seferleri ile Ege ve Marmara bölgelerinden çıkarılan Türklerin bugünkü Türkiye – Suriye sınırlarında oluşan Hıristiyan prenslikler nedeniyle sıkıştıkları alanda Araplardan iyice izole olmuş vaziyette Osmanlılara dek pekişerek devam eden İran etkisinde kaldıklarını beyan etmektedir.
Selçuklu devlet egemenliğinin yaygınlaştığı, ekonomisinin canlılık kazandığı, bayındırlık ve güzel sanatlar açısından da altın çağını yaşadığı yılların akabinde birdenbire dağılmasını göçebe-otlatıcı kültürün yıkıcı etkisine bağlayan Yazar, Selçuklu Devleti’nin Türkmen göçleri ve Moğol saldırıları arasında eriyip gittiğini ifadelendirmektedir. Bizans ile Osmanlı arasındaki dönemde Anadolu’yu farklı kılan en özelliklerden birinin siyasî yapının birden çok ‘bey’ sülalesine dayandığını ve Selçukoğullarının da bunlar içinde “eşitler arası birinci” olduğunu eklemektedir. Sonrasında da Osmanlılar gibi yenilerinin bunların yerini aldığı savındadır.
Selçukluların Moğollardan önemli miktarlarda dış borç aldıklarını ve bu geri ödenemeyince de Osmanlı Dûyun-u Umiyesi gibi Anadolu’nun değişik bölgelerindeki vergi gelirlerinin borcun tahsili adına Moğol aracılara tahsis edildiğini dile getiren Tezel, Cengiz sonrasındaki Moğol devletlerinin yerleşik kültürleri yağmadan vazgeçerek vergisini toplamayı daha akıllıca bulduklarını ve İlhanlıların da Selçuklular gibi Cenevizlilere - Venediklilere bu amaçla ticaret ayrıcalıkları tanıdığını örneklendirmektedir.