Her zaman, yer yerde dile getirmeye çalışıyorum.
Biz öğretmenler bile, “Çok konuşan, az okuyan, hiç yazmayan bireyleriz”.
Bu tezimizin ayrıntılarına girmeden önce şuna bir vurgu yapalım.
Nüfusumuz 81 milyon değil mi? Bunun en az 70 milyonu; 1) Siyaset, 2) Eğitim, 3) Sağlık ve 4) Ekonomi alanında bilgi sahibi olmadan fikir sahibi.
Uzman.
Hem de en üst perdeden konuşacak kadar…
Dikkat ediniz insanımızın ekseri çoğunluğu bir araya gelince başlar eleştiriye. Siyasette, eğitimde, sağlıkta ve ekonomide sığ, dipsiz, üstelik at gözlüğünü de takarak düşüncelerini siyasetçi gibi, eğitimci gibi, sağlıkçı gibi, ekonomist gibi şakır şakır, nefes bile almadan konuşur da konuşur.
Tamam, asla itirazımız yok. Herkes konuşsun. Zira ağzı olan hem de çokkkk konuşuyor.
Bırakalım herkes bol keseden atsın, tutsun, konuşsun da biz konumuza dönelim.
Çok konuştuğumuz doğru mu, evet. Evde, işte, bakkalda, berberde, trafikte, televizyonda, öğretmenler odalarında, meclislerde, ayak üstü bir kıyıda, masa başından, kahvede, durakta, gazetede ve özellikle sosyal medyada…
Peki niye çok konuşuyoruz?
Öncelikle eğitim sistemimiz sözel ve konuşmaya dayalı. Ayrıca doğu toplumlarının genel karekteristik özelliği çok konuşmak. Çok konuşanca hele hele bu konuşmada birkaç da ağdalı bir iki kavram kullanınca içinde bulunduğumuz toplumda itibar sahibi olacağımızı varsayıyoruz. Üstünlük belirtisidir çok konuşmak. Bir anlamda tatmin arzusu.
İki kişi bir araya gelince ya hükümet kurarız ya da hükümet yıkarız. Şaşarım, bundan 34 yıl önce, dışarıda lapa lapa kar yağarken öğretmen olarak ilk defa girdiğim öğretmenler odasında duyduğumda şok olduğum, “Ne olacak bu eğitimin hali, bu paraya bu kadar öğretmenlik, yorma kendini, düzelmezzzz!” tezinin her yerde, herkesce tartışılmadan konuşulması mesela…
Öksürüğe, çıbana, sivilceye, şekere, tansiyona, baş ağrısına, ülsere, nezleye, gribe adeta bir doktor edasıyla teşhis koyan, tedavi düzenleyen ve bunu yine her yerde konuşanları görünce diyorum ki, “Kapatalım tıp fakültelerini. Koca koca yatırımlar, altı yıl okul, sonra ömür boyu çalışılan ders, hastane, eczane, ilaç. Bunca masrafa ne gerek var canım…” diyesim geliyor.
Hele hele televizyonlarda ismi önünde koca koca ünvan taşıyanların, insanın gözünün içine baka baka, hatta hayattan kopuk yaşadıklarını belli ede ede avazının çıktığı kadar yaptığı gevezelikler var ya…
Üstelik, “Benim gibi düşünmeyen bizden değilidir!” anlayışı içinde ve daha konuşmanın başından çuvalın alt ibiğinden tutarak; hem iddia eden, hem yargılayan, hem de mahkum eden o absürt tutumumuz yok mu…
Bir de konuşmuş olmak için konuşanlar!
Peki niye az okuyoruz?
Çünkü bilmem için illa da okumam gerekmiyor. Çünkü okumak için zaman yok. Çünkü kitaplar çok pahalı. Çünkü okumak karnımı doyurmuyor. Çünkü okuduğumdan bir şey anlamıyorum, yazarlar halktan kopuk. Çünkü o, hayatı yazandan daha iyi tanıyor, yaşıyorum. Çünkü okuyanca kafam karışıyor. Sırf bu yüzden okuyanın başına bin bir türlü iş geliyor. Çünkü kitapların piyasada özeti var ve özet okumak yeterli. Çünkü okurken gözüm yorluyor, uykum geliyor.
Liseli yıllarımdı. 12 Eylül süreci. Siyah beyaz televizyon ekranlarında sık sık tanık olurduk. Şu kadar terörist yakalandı, şu kadar silah, mermi ve yasak yayın…
Öte yandan aynı yıllarda içi kitap dolu çantayı taşımakta zorlandığı için omzu bir yana eğilen edebiyatçımızın, “İçinizde bana üç yerli, bir yabancı yazar ismi söyleyecek kim var?” sorusu karşısında ne kadar mahçup olduğum günün yüreğimize oturması…
Yani…
Soruya tekrar dönerek devam edelim, niye az okuyoruz?
Kimsenin uzmanlık alanına girmek istemem ama okumadığımız halde çocuklarımızın çok okuması istiyor, bir anlamda okumadan okumalarını sağlamak için çevremize, öğrencilerimize baskı uyguluyoruz. Okuma alışkanlığı kazandıralım diye pedogojik temeli olmayan yayınları dayatarak okuma alışkanlığı kazandırma yerine okumama alışkanlığı geliştiriyoruz.
Günümüzde ise google amca var. Her soruya cevap veriyor maşallah. Sosyal medya da meşhur, hani google amca kadar.
Öyle canım sıkılıyor ki!
Soruyor bir öğretmen, A dersinin ikinci sınav sorularını paylaşır mısınız? Sınav görevi çıktı, ne yapmalıyım? Karne ile ilgili iş ve işlemler nelerdir? İzin alacağım, işlem basamakları nelerdir?
Yazıyorum, açıp oku. Şu mevzuatta yazıyor.
Oysa orada, “Bugün sınıfta şu konuyu anlatırken şöyle bir durum ortaya çıktı. Şu uygulamayı yaptım, siz olsaydınız ne yapardınız?” sorusu sorulsa, eğitimciler öneri getirse, soran okusa bunları ve kendi koşullarında uygun çözümü bulsa…
Bir de eğitimde iyi örnekler hususu var. Dikkatinizi çekti mi, bilmiyorum ama, eğitimde iyi örnekler adı altında paaylaşılanlar ya birkaç fotoğraf ya da fiziki boya, cila; ya okuma, ya yazma, ya anlatım…
Anladım, toparlıyorum.
Niye yazmıyoruz?
Çünkü yazmaktan çekiniyoruz. Çekinmemizin nedeni ne? Beğenilmeme korkusu. Dalga geçilme çekincesi.
Oysa okuma da, yazma da daha çocukluk çağında kazadırılması gereken bir alışkanlık.
Şimdi bir sınıf ortamı hayal edelim. Öğretmen elinde bir dergi, mektup, günce ya da bir kitapla sınıfa giriyor. Öğrencilerine, “Çocuklar bugün sizinle sizi düşünerek bizzat benim yazdığım ve bu dergide yayımlanan çalışmamı paylaşmak istiyorum.” dese ne olur?
Sonra çalışmayı üzerine basa basa okusa. Ve tartışma açsa sınıfta, “Ben bu yazıyı, mektubu, günceyi nasıl yazmış olabilirim?” Dönüp dolaşıp sözü hayal kurmaya ve çok okumaya getirse…
Hani hatırlar yaşı elli civarında olanlar. Allah rahmet eylesin, “Baba!” diye bilinen bir eski politikacımız ikide bir, “Konuşan Türkiye!” derdi.
Şimdi kafamda onlarca soru var da, acaba diyorum o ünlü politikacı, “Çok okuyan, çok yazan Türkiye!” deseydi neler olurdu ki?