Bu yazı http://mehmetdagliyazilar.blogspot.com ( http://mehmetdagliyazilar.blogspot.com/2017/09/1792-1918-osmanli-askeri-tarihinden.html) dan alıntıdır. Tarafımca 2 Eylül 2017'de yazılmıştır. Ülkemizin üretimdeki nicelik kısmına dair sorunlarına ve bazı diğer önemli '' bürokratik'' sorunlarına dair görüşlerimi içermektedir. Ayrıca bu yazıda; Birinci Dünya Savaşı'nı bir şekilde atlatabilen Osmanlı Devletimiz örneği üzerinden Türkiye Cumhuriyetimizin beklenebilecek bir ' üçüncü dünya savaşını' nasıl atlatabilceğine dair mütalaa olarak da devletimizin verimi ve içtimai hayatımızın sağlığı üzerinden değerlendiren düşüncelere de yer verdiğimden, tarafımda ayrı bir yeri olan çalışmamdır, sizlere saygılarımla sunuyorum:
Bu yazıda in sanlık tarihinin, bir ileri mertebeye veya çeşitli açılardan da geriye doğru hızlı akmasına sebep olabilen ve bu hızlı akış, bir serencama varış sürecinde ‘ siyasetin’ yoğun olarak cereyan ettiğinin düşünülebileceği savaş olgusundan; aynı zamanda politik, sosyal, ekonomik ve kültürel dinamikler de taşıyan, devlet ve bürokrasi hayatına dair önemli dersler mevcut olduğu düşünülebilecek askeri tarihten bahisle, 1792-1918 Osmanlı Askeri tarihi mütalaa edilmeye ve dersler çıkarılmaya çalışılacaktır. Kara, deniz ve hava kuvvetlerindeki gelişmeleri Osmanlı’daki sosyo-politik, ekonomik, bürokratik verilerle incelenerek kaleme alınırken dönemle ilgili ciddi ve çok sayıda kaynaktan faydalanan ve hepsi alanında uzman araştırmacı ve akademisyenler tarafından farklı bölümleri yazılan ve sağlıklı bir ana fikir bütünü veren ‘’ Osmanlı Askeri Tarihi; Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri: 1792-1918‘’ adlı eserden önemli dersler çıkarmakta bir mahzur olmayacaktır. Yazıda eserden alıntılar mevcuttur. Alıntılardan önce ve sonra turuncu renk ile yazılmış kısımlar eserden bağımsız mütalaa kısımlarıdır.
Sayfa 36: ‘’ Bir imparatorluk olarak anılsa da Osmanlı Devleti, 19. Yüzyılda kolonizatör güçler arasına katılmadı. Ordusunun ihtiyacı olan insan gücünü, her sınıf lojistik malzemeyi ve enerji kaynaklarını giderek küçülen ülke havuzundan karşılamaya çalıştı. Ayrıca 1768’den 1918’e dek yaklaşık 150 sene boyunca neredeyse bütün muharebeler ülke topraklarında kabul edildi. Böylelikle, savaş lojistiği ve finansmanının ülke ekonomisini tüketici etkisine, sıcak çatışmaların beşeri coğrafya üzerindeki yıkımı da etkilemiş oluyordu. Bunlara, savaş araçlarının hazır mamul olarak ithal edilmesinin maliyeti ile birlikte savaş tazminatları da eklenince, Osmanlılar 19. yüzyılın ortasındaki mali durumlarını tarif için lügatlerine Fransızca crise kelimesine karşılık buhranı sokmak zorunda kaldılar ‘’ Alan tanımlaması yapmayıp, hiç değilse ara ara ataklar yapılmadığı müddetçe düşmana karşı uzun yıllar içerisinde farkında olunmayan büyük gerilemeler olmuştur. Düşmanın faaliyetleri hep geriden takip edilmek zorunda kalınmış, onun askeri, siyasi, teknolojik ‘ tanımlamalarına’ yetişmek için büyük enerji harcanmasına rağmen uzun yıllara yayılan peyderpey geri kalmalar birikip büyük bir yenilgi olabilmiştir. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti’ne sadece askeri savaş felsefesi değil de çeşitli alanlarda uyarlanmalıdır çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığından ötürü şanslı olduğu bürokrasisinin ilginç bir taviz vermeme; ilerici-atak uygulama ve düşünceleri yok etme, onları harcama kapasitesi mevcuttur. ‘ Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi yapay zekası’ kendinden daha zeki bir şerh ile yönlendirilmediği, yönetilmediği müddetçe kendi kendini tamamlayarak kendi yolunda ilerlemeye devam etmiş, edecetir. Lakin tahmin edileceği üzere kimi zamanlar yukarıda bahsi geçen uzun yıllara yayılan geri kalmalara düçar olmuş olacaktır. Birimler ve mevzuatlar ilerici, yapıcı, aktif, dinamik bir şekilde sorunlara cevap vermelidir; aslında belki de ‘ T.C bürokrasi yapay zekasının’ ya da birimlerinin ‘yapay zekasının’ oluşturduğu-oluşturacağı kolektif bilinç bu sorunları kendi kendine aşabilmeyi ve sorunlara aktif aksülameller vermeyi ya da verebilecek reformları uygulayabilecek birimlere tekamül edebilmeyi kolektif bir bilinç haline gelebilmek adına ‘ öğrenecek’, başarabilecektir lakin sonuçta her zaman için bürokrasimizde, sorunlarımız ve düşmanlarımızla başa çıkabilmek adına; alan tanımlayan ve bu sayede bizi değil sorunlarımızı ve düşmanlarımızı geri bıraktıracak olan bir devlet felsefesine ihtiyacımız vardır. Mesela ülkemiz yeni istihbarat birimlerine ya da birimler arasındaki ortaklıklara ya da yeni mevzuatlara ihtiyaç duyduğu şu zamanlarda anlamsız geç kalmalar, ‘savunma pozisyonları’, konjonktüre uyma anlayışı aynen yukarıda bahsi geçen ‘muharebeleri hep ülke topraklarında kabul etme’ durumuna benzemektedir. Anlamsız geç kalmalar birikerek büyük yenilgilere dönüşmemelidir!
Sayfa 39: ‘’ Yeni bir merkezi ordu nüvesi oluşturmaya yönelik iki teşebbüs de (Nizam-ı Cedid-Üçüncü Selim) bu yüzden sadece Yeniçeri Ocağı ve sivil uzantılarının değil; aralarında bazı devlet ricali, ulema mensupları, Rumeli ayan ve eşrafı, İstanbul esnafı ve halkı gibi toplumun farklı kesimlerinden oluşan bir koalisyonun muhalefetiyle son buldu. Seleflerinin akıbetini dikkate almış gözüken Sultan İkinci Mahmud ise tahta çıktığı 1808’den Yeniçeri Ocağını cebren ortadan kaldırıldığı Haziran 1826’ya kadar aşamalı bir tasfiye politikası izledi ve askeri teşkilat değişikliğine eşlik eden siyasi, idari ve mali düzenlemeleri vakti geldikçe devreye sokmayı tercih etti.‘’
Sultan İkinci Mahmud’un politikası ders niteliğinde dikkat çekerken: Zamanımızda da papyonlu mafyalardan, ‘ montaj tenekecilere’, zabıta memurlarını arkadan vurarak trafiği ve belediye gelirlerini mahveden yolsuzluk yapan belediye başkanlarına, ekonomik suçlar işleyen irili ufaklı kurtçuklara ve kriminal şekilde içtimai hayata zarar veren birey ya da organize örgütlere kadar devletin verimini düşüren ve reformlara ve zor zamanlarda bile nefes alma alanları açılmalarına direnen gerici, bağnaz ve hatta kimi hain odaklara karşı etkili mücadele yapılmalıdır. Bahsi geçen şekilde Osmanlı’nın teşkilatlarını dönüştürmekte çok zaman ve enerji kaybetmesine neden olan, ilerlemesine ket vuran odakların verdiği zarardan ders alınmalıdır. Osmanlı’da bu odakların direnci ve ağır-basık siyasi hava sorunların kronikleşmesine sebep olmuştur. Dikkatle bakıldığında aynı ataletin, maske değiştirmiş direnç odaklarının, aynı ‘ fikri tembelliğin’ zaman zaman devlet tarihimizin bugünkü cereyan eden versiyonu ‘’ Türkiye Cumhuriyeti süreci’’nde de olduğu, bunların bu süreci vurduğu anlaşılmalı, bunun önlenmesi için gerekenler yapılmalıdır. Siyasi iç buhranların enerjimizi çalıp geleceğimizi kuracak, alan tanımlayacak ve planlamalarımızı yapacak faaliyetleri engellememesi gerekmektedir. Zira sayfa 40’dan bir alıntıya göre:
‘’ 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’ne dek, Osmanlı ordusunun barış zamanından hazırlanmış seferberlik, toplanma ve sefer planlarının bulunmayışı da her yeni savaşta bu konulardaki problemlerin tekrar tekrar yaşanmasına sebep oldu. Böylelikle, 1792’de (ders alınacağı üzere fazlası zarar olan) konjonktürel bir politik tercih olarak stratejik savunma konsepti, imparatorluğun siyasi varlığını sonlandıran Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar uzanan bir asrı geçen sürede, üzerinde yeterince kafa yorulmayan bir taktik-operatif ezber doktrin halini aldı. Bu ezberi bozmaya çalışanlar olduysa da, devletin ve silahlı kuvvetlerinin bütününde kronikleşen aksaklıklar yüzünden, personelde bir fikir ve eylem tembelliğinin yaygınlaşarak zamanla kurum kültürü haline gelmesinin önüne geçemediler.’’ (Devlet ve içtimai hayatın kültürünü kurarken bu yavaş yavaş ve belki de çok sinsi bir geri kalma sürecine dikkat edilmelidir!)
Sayfa 41: ‘’ Model alınan bir ordunun taktiklerinden kuruluşuna, askeri talimlerinden üniformasına kadar hemen her unsuru kopyalanmaya çalışılır. Ancak bu kopyalama süreci sırasında, iki devlet ve ordunun politik, sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarındaki farklılıklar sınırlayıcı engeller çıkarabilir. Neyin kopyalanacağına karar verecek olanların önce modeli derinliğine inceleyip sonra stratejik, operatif, taktik ve teknik seviyelerde bünyelerine uyup uymayanı tespit etme zaruretleri vardır. Aksi takdirde yapılan iş sadece dış görünüşün ve şekillerin alıntılanmasından ibaret kalır ya da ülkenin askeri teşkilatında dönüşüm yapılmaya çalışılırken; lokal politik, sosyal ve ekonomik yapıların buna imkan vermemesi yüzünden orta vadede istenen neticeler alınamaz.‘’ Anlaşılabileceği üzere Türkiye’deki bağnaz-gerici ve kimi hain ‘ direnç odakları’ yüzünden Türkiye Cumhuriyeti’nin dinamizminin zarar görmesi ve bunun Türkiye’ye zarar vermesinin önlenmesi gerekmektedir.
Devletimizin verimini düşüren terörist, siyasi, kriminal odaklara fırsat verilmemeli, bunlarla mücadele için geri ve geç kalınmamalıdır. Gerekli devlet iradesi en küçüğünden en büyüğüne bütün devlet faaliyetlerinde kendini göstermelidir. Devletin küçük ya da büyük örneklere-vakalara göre küçülüp, büyümesinin önüne geçilmeli merkezi otoriteyi adalet ve hukuk çerçevesinde en iyi sağlayacak devlet anlayışı bir an önce yerleştirilmelidir. Mesela ekonomide ve trafikte usulsüzlük yapılarak, yeri geldiğinde kaymakamlıklardan emir alan zabıta teşkilatlarına karşı bir de üstüne saldırı yapılıyor ve bazı belediyeler ve belediye başkanları iğrenç çıkar hesapları yüzünden memurlarının arkasında durmuyorsa; hemen ilgili mevzuatlarla zabıtaların teçhizat ve yetkileri artırılabilir, kaymakamlıklarla ve valiliklerle daha organik bağlar tesis edilmesi sağlanabilir. Ülke genelinde daha büyük örneklere de bakıldığında ise yapıcı ya da yıkıcı siyaset, faaliyet, terörist ya da devletçi ‘ eylemler’, ülkesi için çırpınanlar ile her bulduğu fırsatta maskesini çıkarıp gerçek yüzünü gösteren ‘ papyonlu mafyalar’ arasında adaletli ayrım yapılmalıdır. Bu ‘’ küçük’’ ve ‘’ büyük’’ örneklerin organik bağlarla bir network oluşturup, devletin verimini düşürdüğü idrak edilmelidir. Zira ders alınması gerektiği üzere Osmanlı şurada kristalize olmuş ‘ kronik ataletten’ çok çekmiştir:
Sayfa 43 ‘’ Zaten güncel nufüs tahrirlerinin yapılamadığı, buna bağlı etkin bir vergi toplama ve askere alma sisteminin bulunmadığı 19. yüzyılın ortalarına kadar kısa vadede başka bir hal çaresi de mevcut değildi. Eskinin timarları 16. yüzyıl sonundan itibaren artık sipahilere değil de mukataa ya da vakıf adı altında İstanbul’daki yüksek idarecilere ve onların mahalli temsilcilerine dağıtılmış olduğundan, devletin kendisine doğrudan bağlı tam zamanlı asker mevcudunu artırmak için elinde yeterli maddi imkanı da yoktu. Bu yarı zamanlı savaşçılara sadece sefer vakti aylık ödenmesi devlet maliyesi açısından daha avantajlıydı. Kadrolu askerlerden farklı olarak yılın tamamında maaş almayan, emeklilik ya da iş görmezlik tazminatı gibi özlük hakları bulunmayan, elbiselerinden silahlarına bütün teçhizatlarını kendileri karşılayan sözleşmeli savaşçı toplulukları ( nizami ordulara göre çok çok verimsiz başıbozuklar) kısa vadede cephedeki asker mevcudunu artırmaya çalışan devlet adamlarına cazip geliyordu.‘’ Sayfa 73: ‘’ İlk bakışta askeri-teknik bir konuymuş gibi gözükse de, Osmanlı ordusunun seferi kuvvetinin hem niceliğini hem de niteliğini artırmak, askeri olduğu kadar politik, sosyal ve ekonomik boyutları da olan bir husustu. Bunun farkında olan 3. Selim ve 2. Mahmud, Nizam-ı Cedid ve Asakir-i Mansure birliklerinin toplam mevcudunu ilk yıllarda sadece on binlerle sınırlı tutmuşlardı. Çünkü ne bir cumhuriyet ne de bir ulus devlet olan Osmanlı saltanatında, Büyük Devrim sonrası Fransa’da yapıldığı gibi, sayısı yüzbinleri hatta milyonu bulan bir kitle ordusunu oluşturmaya ne kaynaklar ne de ülkenin sosyo-politik yapısı müsait değildi. Devlet ile ahali arasında henüz bir ‘’ vatandaşlık hukuku’’ mevcut olmadığı için zorunlu yurttaş askerliğini gündeme getirmek zordu. Dahası, 1808-1826 arasında, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa dışındaki ayanlar ve başına buyruk mahalli idareciler tasfiye edilmiş olsa da, ülke nüfusunun büyük bir kısmı kırsal kesimde köy ve aşiret/kabile birimlerinde topluluk hayatını sürdürmekteydi. İster Müslüman ister gayrimüslim olsun, bu insanları birer şahıs olarak tek tek askerlik mükellefi haline getirmek için devletin idari alt yapısı yetersizdi.
Bütün bu sosyal baskılar altında ordu içindeki ahengi sağlamak ve Müslüman-gayrimüslim farkına dayalı siyasi sistemi korumak adına, hem 1792 hem de 1826’da yeni düzenli birlikler bir ‘’ İslam Ordusu’’ olarak tasarlandı. Ancak Osmanlı Devleti başta Rusya olmak üzere kendisininkine nispetle daha büyük, daha hızlı artan homojen nüfuslardan asker devşiren devletlerle rekabet içindeydi. Orduların Napoleon Savaşlarının bitmesi (1815) sonrası içine girdiği küçülme trendi 1870 Fransa-Almanya Savaşı’nda tekrar tersine dönünce, 1870-1914 arasında nüfusları hep artış gösteren Almanya, Avusturya, İtalya ve Rusya gibi kıta devletleri ile, hem toprak hem nüfus kaybedip hem de sadece Müslüman ahaliden asker alabilen Osmanlı devleti arasındaki asimetri daha da arttı. İhtiyacı olan askerleri ülkesinin nüfusu artmadığı için kolonilerinden devşiren Fransa ya da zorunlu askerliğe geçmeyip aynı yola başvuran İngiltere’nin aksine Osmanlı Devleti’nin Deniz aşırı insan ve hammadde kaynakları da mevcut değildi. Artık başına buyruk bir savaşçı olmaktan çıkarılıp bir ‘’ devlet askeri’’ haline getirilen kişilerin silah, kıyafet ve diğer teçhizatı da merkezi hükümet tarafından karşılandığından, asker sayısının artması ülkenin üretim gücü ve mali imkanlarının çokluğuna da bağlıydı. Mevcut bu şartlar altında Osmanlı merkezi idaresi düzenli orduya geçişi, tedrici ve yavaş ilerleyen aşamalı ve karmaşık bir süreç olarak gerçekleştirildi.‘’
Osmanlı yukarıda bahsedilen gerici odaklara karşı gerekli devlet iradesini göstermediğinden, uzun zaman dünyayı yönlendirmiş büyük bir güç olduğundan ve bu güvenin ciddi bir silkinmeye engel olmasından, aynı zamanda ve belki de en etkili koşul olan kapitalist-endüstriyel bir toplum devşirme arayışı içerisinde olmadığından Batının üretim kapasitesinin yakınından bile geçememiş mamafih beşeri ve endüstriyel alt yapı da eksik olduğundan o zamanın ‘’ modern’’ orduları olan kitlesel ordular oluşturmakta geç kalmış, bu yolda hep aksamıştır. Günümüzde ise iç siyasete kulak asarak ya da herhangi bir gafletten ötürü yine değişen şartlara karşı değişen devlet, ordu, eğitim ve vs. sistemleri geliştirmede geç kalınırsa, aynı yavaş-sinsi geri kalma Türkiye Cumhuriyeti’ni de vurabilir. Mesela modern zamanlarda özel kuvvet oluşumlarının ya da daha profesyonel komando birliklerinin ‘ paradigma ordusu teşkilatları’ olmaya başlaması dikkat çekmekte devletimiz de bu değişime dünya ile birlikte ayak uydurmaktadır. Buradan bahisle mesela bu reformlarda geç kalınmış olsaydı ya da bu reformlar bir şekilde (ilerleyen zamanlarda da) aksayacak olursa geleceğin kaybedenlerinden olabilirdik ya da olabiliriz. Dikkat kesilmek, değişimlere ayak uydurmakta geç kalmamak, hatta daha az enerji gerektiren ve düşmanları geri bıraktıran, onlara değişim için enerji harcattıran yenilikler tanımlamak esas olmalıdır: Sayfa 55: ‘’ Sefer zamanı en üst sevk ve idare birimi ordu olarak anılsa da, 1827-1880 arası dönemde kara kuvvetlerinin barış zamanı kuruluşunda en büyük taktik-operatif birlik alay olmaya devam etti. Hatta komuta, kontrol ve haberleşmede süregelen zaaflar, bazen alayın yerine taburun geçmesini zorunlu kıldı.‘’ Sayfa 56: ‘’ Ordulara bağlı en büyük seferi birlik olan tümeni meydana getiren alt birliklerin ve kadroların sadece seferde değil, barış zamanında da birlikte talim ve tatbikat yapması ve tümenin daimi statüde bir karargah ile erkan-ı harp (kurmay) heyetine sahip olması için 48 sene daha geçmesi gerekecekti.‘’ Aslında Osmanlı sürecinde de devletimiz her zaman ilerici, yenilikçi, dünyadaki bir çok ilki gerçekleştiren bir devlet olagelmiştir. Bahis kara kuvvetleriyken ‘’üçlü kuruluş’’ diye adlandırılan uygulamayı dünyada ilk defa bizim 1910 Nizamnamesi ile hayata geçirmiş olmamıza değinmemek olmaz lakin mezkur bazı şartlar ve bunlarla savaşmakmak konusunda neredeyse ‘ inatçı’ bir tavır yavaş yavaş biriken ‘ geri kalmaları’ biriktirmiş uzun yıllara yayılıp kurulan sinsi bir tuzağı hazırlamıştır: Sayfa 57: ‘’ Kağıt üstünde doğru bir düzenleme gibi gözüken bu yeni kuvvet kuruluşu, 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında işlemedi. Çünkü farklı sınıfların müşterek harekatını idare etmesi beklenen ferik-i evvel (korgeneral) ve ferik-i sani (tümgeneral) ya da daha alt rütbeli komutanların büyük birlik komuta edecek ve muharebe şartlarında karargahlarda kurmaylık yapacak tecrübe ve bilgileri henüz gelişmemişti. Kara kuvvetlerinin (vergi vermiyor diye kenar mahalleleri kılıçtan geçiren Batılı devletlere göre çok çok insaflı, neredeyse mahcup davrandığı!) iç güvenlik harekatlarında bolca kullanılmış olması, pek çok subayın komuta kariyerlerini büyük birlikler yerine müfreze şeklinde örgütlenmiş görev kuvvetlerinde geçirmelerine sebep olmuştu. Barış zamanı hazırlıkları kapsamında büyük birliklerin katıldığı manevralar, tatbikatlar ve harp oyunlarının icrasına ancak 1908 sonrası başlanması da komutanların büyük birlik sevk ve idaresindeki yetersizliklerinin sebeplerindendi. Keçecizade İzzet Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde stratejik büyük birlik idaresine yönelik sadece tek günlük manevra yapabildiğinden şikayet ederken; 1891-1908 arası seraskerlik makamında bulunmuş Rıza Paşa da anılarında, bir manevra sırasında Cisrimustafapaşa’daki bir tümenin ileriye doğru gitmesi durumunda Bulgaristan’a çıkacağını belirterek ona Edirne Yönünde manevra yaptırmak üzere Saray’dan onay istemesi üzerine, bütün askeri manevraların hemen durdurulduğundan bahsetmektedir. İkinci Meşrutiyetin ilanını takiben 1908 kışında Trakya’da yapılan manevralarda bu konulardaki zaaflar açıkça ortaya çıkmış ve 1909’da Alman danışman von der Goltz Paşa’nın katkılarıyla bir kolordu manevrası düzenlenmişti. Nihayet aynı yıl sonunda 1., 2. ve 3. Orduların iştirakiyle, başta Almanya olmak üzere dönemin Avrupa ordularında icra edilen türden sonbahar ve kış manevraları düzenlenerek, birliklere arazide talim ve tatbikat yaptırılması yoluna gidildi. 1910 yılında 1. ve 2. Ordular gerçekleştirilen ve 5-6 tümen ile yaklaşık 70.000 personelin katıldığı sonbahar manevrası ise Balkan Savaşları öncesindeki son ciddi test oldu. ‘’
Sayfa 99: ‘’ 19. yüzyılda Osmanlı silah sanayii, yaygın kanının aksine, Avrupalı çağdaşlarından çok geride değildi. Çağın ürünü olan savaş teçhizatının piyasaya çıkar çıkmaz ithal edilmesinin yanı sıra, yurt içinde imal edilmesi için de gayret gösterilmekteydi. Bu alandaki eksiklik, devletin teknolojiyi üreten değil, ithalat yoluyla transfer eden konumu ve yeni silahları kullanacak eğitimli personelin azlığıydı.‘’ Milli savunmada şuan yüzde ellinin üzerinde bir kapasitedeyiz lakin bu durum yüzde yüze mümkün olduğunca yaklaşmadıkça ve üreteceğimiz yeni teknolojilerle rakiplerimizin kendi yüzdelik dilimlerindeki milliliklerini düşürmedikçe yüksek enerji ve maddi imkan harcandığı halde, yakın takip yapılsa bile, geri kalmaları hep biriken ve durum bir koşu maratona benzetilirse ‘ yarışmayı yakın takibe rağmen arka sırada bitiren’ tarafımız olacaktır. Osmanlı sürecinde ve şimdi de ‘ (vahşi)kaptalist toplum’ olmadığımız için kimi noktalarda yüzde yüz olmasa da çoğunlukla işleri teknoloji transferleri ile halletmek durumunda kaldığımız silah üretimlerinde nicelik olarak da hep geride kaldık. Kapitalist ülkelerdeki muadillerine göre ülkemizin teknoloji geliştirmesinde ve fabrikalarında bunu üretme konusunda niceliksel açıdan rekabet sağlayamayacak bir montaj-tüccar sanayi anlayışına ve temsilcilerine güvenmeyerek; bu noktalardaki nicelik bakımından geriliğimiz, nasıl ki devletimizin verimli çalışmayan üniversite alanına tedbir olarak Aselsan, Havelsan vb. bir çok şirketi devreye sokularak aşılmaya çalışıldıysa, mezkur üretim alanındaki nicelik sıkıntılarının da aşılması için özel tedbirler alınmalıdır. Mesela olası bir Üçüncü Dünya Savaşı ihtimaline karşı Fırtına Topu, Atak Helikopteri, Altay Tankı üretimini çok daha fazla artırmak için izlenmesi gereken yolu belirlemede kolaylık adına yönergeler belirlenerek-mevzuat oluşturularak; üretimde gerekli sayıda kalifiye eleman yetiştirmek ve acil durumlarda nerelerde acilen fabrikalar oluşturulup buralarda kaç kalifiye vatandaşın hatta hangilerinin çalışacağını belirlemek için gerekli tedbirler alınmalıdır. Yani şu an için bir buçuk ayda iki Atak helikopteri üretebilen ülkemizde bu sayıyı nicelik olarak çok daha fazla geliştirmek adına üniversiteleri ve eğitim kurumlarında özel olarak çok daha fazla kalifiye vatandaş yetiştirmeye gayret etmeli gerekirse acil durumlar için üretimde kapitalist toplumların arılar gibi çalışmaya zorladığı beşeri yapısına karşı nicelik problemini çözmek adına ordumuzun işçi-üretici askeri birimleri yetiştirmesi, bunlarla ilgili planlama ve mevzuatın olması gerekmektedir. Zira şu alıntılardan anlaşılacağı üzere mücadele ettiklerimize karşı üretimde yaşadığımız niceliksel problemlerimiz vardır; Sayfa 102: ‘’ Demir top dökümüne mahsus fırın ve tezgahlardan eksik kalan parçalar tamamlanmak üzere 1852 yılında İngiltere’den bir takım alet ve edevatlar daha getirildi. Aynı yıl Belçika’dan demir döküm ve işleme endüstrisinde kullanılmak üzere 2 buharlı makine, 2 büyük döküm fırını ve kok fırınları ithal edildi. Bunlardan sonra Tophane-i Amire’de Paixhans adı verilen yiz-setli demir top döküm kapasitesi yıllık 15-20 parçaya ulaştı. Ancak, bu rakam İngiltere ve Belçika’daki herhangi bir top dökümhanesinin sadece bir aylık Paixhans top üretim hasılatıydı.Tophane-i Amire’de bir yılda dökülen yivli demir top sayısı ordu ve donanmanın kısa sürede teçhizine yetecek düzeyde olmadığından, 1850 yılından itibaren İngiltere ve Belçika’dan Paixhans ithaline girişildi. Bu toplara ait mermiler henüz tophane imalat atölyelerinde üretilmediğinden toplarla birlikte mermileri de üretilmek zorunda kalınıyordu.‘’ Sayfa 175: ‘’ (…)Osmanlı Devleti tam da eksikliklerini gidermek için reform programını tatbike koyduğu sırada savaşa girmişti. Bu sırada ordunun 5 kara ve 1 deniz uçağı vardı. Bu sayı 1915 sonunda 40’a sonraki yıllarda ise 100’e yükseldi. Savaş süresince toplam 450 uçak orduda görev yaptı. Başlangıçta 10 pilotla savaşa katılan Osmanlı hava kuvvetleri, savaşın sonunda 100’e yakın pilot ve rasıta sahip hale gelecekti. Ayrıca savaş boyunca 3 sabit balon birliği de Boğaz çevresinde görevlendirildi. İstanbul’un korunması içinse keşif görevinde bulunacak bir sabit balon müfrezesi Beykoz’da kuruldu.‘’ Sayfa 177 ve 178’de ise savaşa giren diğer ülkelerin durumlarından bahsedilmekte: ‘’ Ağustos 1914’te müttefik hava kuvvetleri 6’şar uçaktan oluşan 34 filo, 4’er uçaktan oluşan 7 müstahkem mevki filosu, 8 uçak parkı ve ihtiyat filosundan yani toplam 256 faal uçak ile bir miktar yedekten oluşuyordu. O tarihte Almanya’da 17 fabrika uçak imal ediyordu. Savaş süresince uçakların öneminin artmasından dolayı 1918 sonbaharına gelindiğinde Almanlar 325 teyyare bölüğünde 5000 uçak kullanır hale geldiler. Dört senelik harp boyunca Alman fabrikalarının ürettiği uçak sayısı 47.637 rakamına ulaşacaktı. Savaşa katılan bütün devletlerin toplam üretim rakamları ise 200.000 uçak ve 250.000 motoru buldu. Osmanlı ordusunun hizmetindeki 450-500 adet uçak, o yıllardaki dünya askeri havacılık pastasında ancak binde 2,5’luk bir paya karşılık gelmektedir. Bu dönemde kullanılan uçakların hem malzeme hem de envanter ömrünün kısalığı da ayrıca hesaba katılmalıdır.‘’ Burada bahsedilen niceliksel durumlar hesaba katıldığında ve günümüze de uyarlandığında adeta devasa fabrikalardan başka bir şey değilmiş gibi duran vahşi kapitalist ülkelerin üretim hızına yetişebilmek adına gerekli üniversite ve eğitim atağı yapılmalı; kalifiye eleman yetiştirme, teknolojik ve üretimle ilgili alt yapıyı her zaman çağın ihtiyaçlarına göre hazır tutmak gerekmektedir. Aynı zamanda bu hedefler konurken içtimai hayattaki anarşist faaliyetlere, iç siyasette ülkeyi yoracak karışıklıklara karşı önlemler alınmalıdır. Gezi olayları, 15 Temmuz olayı, terör olayları gibi durumlar ülkemizi yormakta, içtimai hayatımızdaki enerjimizi çalmaktadır. Osmanlı’daki gibi iç siyasi çalkantılardan başımızı kaldıramaz isek yine Osmanlı’dakine benzer bir şekilde uzun yıllarda yavaş yavaş kapımıza dayanacak olan felaketler kaçınılmazdır. Gerekirse ki gayet te gereklidir ülkemizde çeşitli kurumların istihbarat teşkilatları güçlendirilmeli, gerekirse bazı teşkilatlara istihbarat birimleri eklenmeli, bazı yeni istihbarat teşkilatları teşekkül ettirilmelidir. Bu alanda da yukarıda bahsi geçen tarihimizdeki onlarca yıllık geç kalmaların bir anlamı yoktur. Ve gerekli ‘ irade’ eksikliğinden ötürü hep takipte kalmanın, hiç öne geçmemenin verdiği ve vereceği zarara dair sadece askeri değil bütün ilmi ve içtimai hayatla ilgili konular adına ders alarak şu alıntılara tekrardan dikkat kesilelim: Sayfa 117 ve 119: ‘’ 19. yüzyılda Osmanlı silah sanayi, yaygın kanaatin aksine, Avrupalı çağdaşlarından çok geride değildi. Çağın ürünü olan savaş savaş teçhizatının piyasaya çıkar çıkmaz ithal edilmesinin yanı sıra, eldeki bütün imkanlar kullanılarak yurt içinde monte ya da imal edilmesi için de gayret gösterilmekteydi. Osmanlı Devleti’nin bu alandaki en büyük eksiklikleri, teknolojiyi üreten değil, ithalat yoluyla transfer eden konumda olması ve yeni teknoloji silahları etkin bir şekilde kullanacak taktik ve teknik beceriye sahip asker sayısının artırılmamasıydı. İngiltere, Fransa, Belçika, Prusya, İtalya, ABD gibi önde gelen silah üreticisi ülkeler, imalatta kullanılan demir ve kömür gibi temel hammaddeleri, sömürgelerinden kolay ve ucuz bir şekilde temin edip, mekanize seri imalatta ucuz ve kaliteli silahlar elde edebiliyordu. İcat edilenin bir üst modelini geliştirmeye yönelik çabaları ve bu ar-ge çalışmalarına yaptıkları büyük yatırımlar, onlara üstünlük kazandıran diğer önemli faktörlerdi.‘’ , ‘’ (…)Bu olumsuz şartlara rağmen siyasi elit, zor şartlarda ve imkansızlıklar içinde, teknoloji transferini en azından psikolojik bariyerin aşılması anlamında gerçekleştirme iradesi göstermiştir. Osmanlı Devleti’nin ezeli rakibi Rusya ile yaşadığı husumet kısa sürede çok sayıda kaliteli silahın varlığını gerekli kıldığından, ‘zorda kalmadıkça yerli üretim, yoksa ithalat’ düsturu terk edilerek, daha çok Avrupa’dan hazır mamul satın alınması tercih edilmiştir. Ancak, yüksek bedellerle ithal edilen ve yurt içi fabrikalarda binbir sıkıntıyla üretilen silahlar, tamirat ve depolamada yaşanan sıkıntıların yanı sıra askerlerin teknik ve taktik eğitimlerinin yeterince yapılamaması yüzünden muharebe meydanında beklenen üstünlüğü bir türlü getirememiştir.‘’, Sayfa 179: ‘’ Osmanlılar askeri havacılık kadar dönemin hava savunma sistemlerini de kullanmakta gecikmediler. Uçak saldırılarına karşı, Almanya’dan ithal edilen def-i tayyare topları (uçaksavar) devreye sokuldu. İstanbul’un stratejik noktalarına konuşlandırılan topların dışında minarelere mitralyöz yerleştirilmesi düşünüldü, fakat bu düşünceden vazgeçildi. Bunun yanında sahra topları da uçak savar olarak kullanıldı. Osmanlı Devleti çağdaşlarıyla aynı tarihlerde ordusunu mekanize etmek, motorlu kara ve hava taşıtlarını kullanmak için faaliyete geçmişti. Bunun için ülke kaynakları zorlanarak yurt dışına talebe olarak subaylar gönderildi ve araçlar ithal edildi. Ancak kısa süre sonra bu taşıtları kullanmak için bu kez teknik eleman ithaline gidildi ve altyapı tesisleri kurmak için çalışmalar yapıldı. Fakat bu teşebbüsler, her defasında araya giren sefer dönemleri yüzünden, plan dairesinde yürütülemedi. Devletin zayıf maliyesi ile ülkenin ekonomik ve teknolojik alt yapısı, başta yan sanayi olmak üzere, ithalatın hızına yetişemedi.‘’ , Sayfa 128: ‘’ Osmanlı Devleti güçlü bir ekonomiye ve yeni teknolojiyi imal edecek teknik alt yapıya sahip olmadığı halde kendine has formüllerle buhar dönemine ayak uydurmaya çalıştı. Avrupa’dan önce teknik, ardından finansman desteği sağlanarak süreç bir süre idare edildi. Avrupa bankaları ve tershaneleri Osmanlı pazarına yöneldiler. Bu süreçte kısmi başarılar da gösterildi. Yerli bir sanayi oluşturulmaya çalışıldı. Fabrikasyonda önemli aşamalar katedildi. FAKAT ÇOK AĞIR SİYASİ BUHRANLAR, BUNLARIN TETİKLEDİĞİ EKONOMİK ZORLUKLAR ve en önemlisi nitelikli personel sıkıntısı bahriyede kalıcı politikaları ve başarıları önledi.‘’ , Sayfa 145: ‘’ Kuşkusuz makine çağına uyum, ancak makine üretmekle sağlanabilirdi. Bu başarılamayınca satın alma politikaları artarak devam etti. Böylece maliyetler arttı. Sultan Abdülaziz belki sayıca çok fakat altyapısı eksik ve herhangi bir stratejik hedefi olmayan adeta müze donanması kurdu.‘’
Sayın Cumhurbaşkanımız son zamanlarda ne kadar Sultan Abdülhamid Han ile özdeşleştirilse de aslında ülkemizin rakiplerine ve düşmanlarına karşı Sultan 3. Selim Han, Sultan 2. Mahmud Han’a da reform, yenilik, ilericilik açısından özdeşleşen bir liderdir. Ülkemizi ileriye taşıyacak, fark yaratacak icraatları hayata geçirmeye çalışan tarihi liderlerimiz gibi Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan da iç ve dış olarak çeşitli saldırılara maruz kalmaktadır. Çünkü ülkemizi galipler safında tutacak olan reformlar-icraatlar süreci bu isimlerde vücut bulmuştur. 15 Temmuz olayı ile Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan da tarihteki diğer liderlerimiz gibi saf dışı edilmeye çalışılarak ülkemizin şu anki atak süreci baltalanmak istenmişti. Aslında sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Osmanlı’nın son padişahları ile özdeşleşen bir siyasi sürecin temsilcisi olması, belki de; ülkemize düşman olan odakların 19. yüzyıldakilere çok benzer, ülkemizdeki çevremizdeki siyasi sürecin ve safların 19. yüzyıldakine benzer bir sürece işaret ettiği anlamına gelebilir. Ülkemizdeki iç siyasetin ve asayişin büyük önemi buradan anlaşılmaktadır; sayfa 133: ‘’ Nizam-ı Cedid ıslahatlarının uygulanması elbette ciddi mali kaynağı gerektiriyordu. Kaynak temini için konulan yeni vergiler bir takım çevreleri rahatsız etti. Sultan’ın isteğinin aksi yönde gelişen siyasi hadiseler ve en önemlisi bütün gayretlere rağmen vasıflı personel ihtiyacının giderilmemesi reformları aksattı. Gelişmeler Sultan Selim’in de sonunu hazırladı. 1807 Kabakçı İsyanı bütün reform programını yok ettiği gibi donanmayı da olumsuz etkiledi. Tersanedeki gemilerin armaları bozuldu, direkleri alındı ve Haliç’te kıçtan kara yatar hale getirildi. Bir sonraki padişah Sultan 2. Mahmud neredeyse her şeye yeniden başlamak zorunda kalacaktı.‘’ Şu alıntı ise özellikle uzun soluklu mücadelelerde savaşı ya da rekabeti hep kendimizden, sınırlarımızdan, ‘ acı eşiğimizden’ taviz vererek karşılamaya çalışmanın trajikomik bir tarihsel örneği olarak karşımıza çıkmaktadır: Sayfa 183: ‘’ Rus ordusu seferlerde ilk olarak Memleketeyn’e yerleşirken, Osmanlılar savunmayla ilgili birliklerini Dobruca ve Bulgaristan’da dağınık şekilde konuşlandırmaktaydı. Eflak ve Boğdan’ın zengin zirai imkanları savaş zamanı düşmanın iaşesini sağlıyordu. (…) Babiali ve Avrupa Devletleri Rusların Memleketeyn’de bulunmasına öyle alışmıştı ki, 1853’te Rus ordusunun Memleketeyn’i işgali casus belli (savaş sebebi) olarak görülmedi.‘’ ve şu alıntı da bu konuya tamamlayıcı güzel bir ektir: Sayfa 190: ‘’ Hücum harekatı gerçekleştiremeyen (aslında ‘’konjonktürel bir politik tercih olarak stratejik savunma konsepti’’ yüzünden gerçekleştiremeyen değil de gerçekleştirmeyen) ve Ruslarla meydan muharebesi yapmaktan kaçınan Osmanlı ordusu, savaşın akıbetini tamamen kale müdafalarına bırakmaktaydı. Halbuki kale müdafaaları ancak belli bir müddet başarılı olabilirdi. Nitekim hemen her kuşatmanın neticesinde büyük miktarda Osmanlı birliği esir düşmekte ve güçbela bir araya getirilmiş mühimmat ve levazım düşmana ikram edilmekteydi.’’ Ünlü ‘’ istihbarat zafiyetinin’’ ülkemizdeki istihbarat faaliyetlerinin dayandığı ‘ temellerde’ tarihi kronik sıkıntılar olduğu için günümüzde de devam eden ve ‘ sistemsel’ denilebilecek bir kanıksanma olan sorunlu-eksik-başarısız faaliyetler adına şu ilginç satırların okunmasında fayda vardır: Sayfa 188: ‘’ Babıali, Rusların İstanbul’u ele geçireceği korkusunu iç kamuoyuna 18. yüzyıl sonlarından itibaren pompalamaya başlamış olsa da, Rus tehdinin mahiyeti hakkında Birinci dünya savaşına dek yeterli araştırma ve istihbarat faaliyetinde bulunmadı. Rusya’nın barış zamanlarındaki yoğun istihbarat faaliyetleri ve Osmanlı toprakları üzerindeki planlarıyla kıyaslandığında bu alanda Osmanlı devleti aleyhine bir asimetri mevcuttu. Düşmanın siyasi ve askeri maksat, hedef ve kabiliyetleri üzerine gerektiği kadar çalışma yapılmaması, askeri başarısızlığın en büyük sebeplerinden birisini teşkil etti. Pek çok dahili mesele ile uğraşan Babıali, ancak savaşa yaklaşıldığında Avrupa’daki temsilcilikleri ya da dostları aracılığıyla enformasyon arayışına giriyordu. Kırım harbi öncesinde sefer hareketlerinin hemen başlamaması ve Rus ordusunun başlangıçta beklemede kalması ise Osmanlı’ya istihbarat hususunda gerekli vakti vermişti.‘’ Düşmanlarla savaş tarihimizdeki yapılan mücadelelerdekine benzer şekilde devletimizin savaş ve muharebe trendleri gibi sadece ordu ile intisaplı durumlarda değil, her kurumunun faaliyetlerinde; bunların arasında organik bir bağ, sıkı işbirliği, değişen durumlara karşı cevap verecek dinamik bir devlet felsefesini yerleştirmesi, sadece dinamiklik açısından standart bir dış politika, devlet aygıtlarında sürekli değişen şartlar ve teknolojiye uyum ve yazı boyunca da belirttiğimiz üzere değişen şartları bizim kendimizin tanımlayıp rakiplerimizi uymak zorunda bırakmamız şarttır. Zira Osmanlılar muhtelif kolordularını birbirine yardım edecek şekilde kullanmaması, hep pasif savunmada kalarak Plevne’yi bile bir avantaja çevirememesi, 19. Yüzyıldan kalma kuruluş ve kuvvet kompozisyonlarının Balkan Savaşlarındaki yenilginin sebeplerinden biri olması acı tecrübelerimizdendir. Balkan Savaşı eşiğinde 25 Ekim 1886’daki Askere Alma Kanunu’nun yürürlükte olması gibi bir mevzuat hantallığı, devletimizin ve aygıtlarının o zamanki verimsizliği yüzünden beşeri sermayesini yine Balkan Savaşı sırasında kullanamaması yine yazımız boyunca olan anafikri destekleyen acı tecrübelerdendir. Sanayi Devrimi’ni yapmış ve o zamanlarda modern-merkezi bir bürokrasi aygıtını verimli işletebilmiş İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerle devletimizin seferberlik-topyekun savaş konusunda yarışır vaziyette olması, Rusya ve Avusturya’nın Osmanlı’dan önce havlu atması ve onun aksine toprak ve ordularının bütünlüğünün ve dağılıp parçalanması, bizim kadim bir gerçek devlet ve millete sahip olduğumuzun göstergesidir. Ancak, bu potansiyele rağmen bir çok konuda acilen gerekli devlet aksülameli gösterilmediği takdirde yenilginin kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır.
Fırat Kalkanı Harekatı’nın El Bab operasyonu sırasında mücadelenin kıyasıya cereyan ettiği en zor zamanlarda, devlet ve aygıtları yine haklı savaşımızın propagandasını iyi yapamamış, hatta her fırsatta ülkede ortalığı karıştıran çeşitli unsurlara karşı devlet eliyle olması gereken hukuki ve vicdani tepki organize bir şekilde verilemediğinden iç kamuoyunda meydan boş kalmış ‘ su bulanıklaştığı için’ ülkede operasyonlarla ilgili kafalarda soru işaretleri oluşmuştur. Operasyonun devam ettiği aylarda canla başla mücadele eden görevliler görevlerindeki izinlerini ülkemizde dinlenmek için geçirdiği günlerde kamuoyundaki ve bazı ‘’ siyasilerdeki‘’ tavrı görünce hayal kırıklığına ve moral bozukluğuna uğramışlardır. Ülkemizdeki istihbaratın ve en elitlerine kadar ülkemizin teşkilatlarındaki özel harekat birimlerinin ve komandolarının, aynı zamanda zırhlı birlikler, topçu birlikler ve hava kuvvetlerinin birlikte sağlıklı bir bütünlük ve organizasyon ile süreç olarak aylara dayanan ve yer yer kıyasıya süren bir operasyonlar silsilesini bir de organik bağlarının olmadığı yerel unsurlarla işbirliği içerisinde başarılı bir şekilde icra etmelerinin aksine ülke içindeki operasyon sırasındaki başarısızlıklar ve rezillikler silsilesine zıt bir başarı hikayesi ile yazımızı bitirelim: Sayfa 221-222: ‘’ Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı tecrübesi topyekun savaş konseptinin bir çok unsurunu içeriyordu. Harp tecrübesini bizzat yaşayanlar bunun farkında gözükmektedir. Mesela, Birinci Dünya Savaşı esnasında ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak Suriye’de Cemal Paşa’nın hususi katipliğini yapmış Falih Rıfkı Atay şu tespiti yapmıştır: ‘’ Son muharebe senelerinde şu iki ismi öğrendik: Cephe ve cephe gerisi…‘’ Savaşları ordularla milletler beraber yaptı… Herkes kuvvetine, zekasına, göre hissesini aldı. Herhangi bir cepheyi bize anlatmak isteyenler, ilk olarak o cephenin gerisinden bahsetmelidir.‘’ Seferberliğin kapsam ve yoğunluğunun bu denli artması, Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı-Türk kolektif hafızasına harp yerine seferberlik seneleri şeklinde kazınmasına yol açmıştır.’’
El Bab operasyonu ve beklenen ‘ Afrin operasyonu’ ölçek olarak misal verdiğimiz Birinci Dünya Savaşı kadar geniş kapsamlı olmasa da, hem icrası sırasındaki büyük başarı, hem daha büyük operasyonlar silsilesine nüve olma açısından hem de yazımızda belirttiğimiz olmazsa olmaz en azından nefes aldıracak kadar atak süreçlerini hayata geçirmesi açısından gayet önemlidir. Son zamanlardaki haberlere atıfla isterse on tane daha Mısır Hükümeti Suriye’de etkin olmaya çalışsın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Suriye denen yerde yaşanan emperyalist kavgaya, her türlü tedbirle, Türkiye’nin lehine olarak ince ayarını vermeli hatta gerekirse oranın altını üstüne getirecek devlet iradesini göstermelidir!
Bu yapılırken de iç kamuoyundaki hain unsurlara dikkat edilmelidir!...
EK:
Bir Fikir!
Sayın İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu'ya hitaben: '' Ben yaklaşık dört senedir infaz ve koruma memurluğu yapmaktayım. Bunun iki senesini denetimli serbestlik müdürlüğünde geçirdim. Bu süreç içerisinde kendi mesleğimin birimleri ile ilgili tecrübelerin yanında devlet hastaneleri, polis, jandarma, adliye ile doğrudan çalışma ve zaman zaman da denetim ekibinde ise diğer kurumları gözlemleyebilme fırsatı yakaladım. Devletimizin işleyişi ve eksiklikleri ile ilgili kendimce fikirlerim oldu. Dinamik bir bürokrasinin ve bunun felsefesinin devletimizin güvenliği açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bununla ilgili blogumdaki son yazdığım yazımın linkini sayın bakanımıza yüksek saygılarımla arz ediyorum. http://mehmetdagliyazilar.blogspot.com.tr/2017/09/1792-1918-osmanli-askeri-tarihinden.html Buna Emniyet, Jandarma ve diğer birimlerin istihbarat bölümlerinin kalitesinin artırılması, uygunsa sadece ' istihbarattan sorumlu emniyet genel müdür yardımcılığı' ve sadece istihbarattan sorumlu ' jandarma genel komutan yardımcılığı' gibi birimlerin ihdası, gerekirse yeni istihbarat birimlerinin kurulması, gerekirse İçişleri bakanlığı ‘’ güvenlik hizmetleri’’ bünyesinde güvenlik ve kontrespiyonaj yapacak istihbarat genel müdürlüğü kurulması gerektiği düşüncesini de ekliyorum. Bu düşüncemin dayandığı temel de yazımda mevcuttur. Yüksek saygılarımla arz ederim. Mehmet DAĞLI 02/09/2017''